Güncel Bilim Haberleri

Bilim insanları, insanların en yakın akrabası olan ve 75 bin yıl önce yaşayan Neandertallerden bir kadının bugün yaşasaydı yüzünün nasıl gözükeceğini canlandırdı.

Bu görüntüye ulaşmak için kadının kazıdan çıkarılan kafatası düzleştiği ve çok yumuşak olduğu için önce kemiklerin güçlendirildiği sonra da bir araya getirildiği belirtildi.

BBC Bilim muhabirleri Jonathan Amos, Rebecca Morelle ve Alison Francis’in haberine göre ardından da paleoart (paleo sanatı) uzmanları üç boyutlu modellemeyi yarattı.

Bu yeni canlandırma BBC Studios’un Netflix için yaptığı “Neandertallerin Sırrı” isimli belgeselde gösteriliyor.

Belgesel 40 bin yıl önce yaşayan Neandertaller ile ilgili keşfedilenleri ele alıyor.

Cilt kanserinin en ölümcül türü olan melanoma karşı dünyanın ilk “kişiselleştirilmiş” mRNA aşısının denemesi İngiltere’de yapılıyor.

Geçtiğimiz Ağustos ayında kafa derisindeki melanom büyümesi ameliyatla alınan 52 yaşındaki Steve Young, aşıyı deneyecek ilk hastalardan biri.

Aşı, bağışıklık sisteminin kalan kanserli hücreleri tanımasına ve yok etmesine yardımcı olmak üzere tasarlandı.

Bu şekilde kanserin geri dönmeyeceği umuluyor.

Aşı, mRNA-4157 (V940), mevcut Covid aşılarıyla aynı teknolojiyi kullanıyor ve son aşama Faz 3 denemelerinde test ediliyor.

  • Mark Poynting & Marco Silva
  • Unvan,BBC News

Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Dubai kentinde son 75 yılın en şiddetli yağışları sele neden oldu. Ülkeye normal şartlarda 1,5 yılda düşmesi beklenen yağış 24 saatte düştü. Bunun ardından da sosyal medyada bulut tohumlama yöntemiyle ilgili yanıltıcı spekülasyonlar dolaşmaya başladı.

Peki yağışlar ne kadar olağan dışıydı? Aşırı sağanak yağışların nedenleri nelerdi?

Yağışlar ne kadar aşırıydı?

Dubai, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) kıyı bölgesinde yer alıyor. Genelde de çok kurak bir bölge olma özelliğini taşıyor.

Yılda ortalama 100 mm’den daha az yağış alsa da, zaman zaman aşırı sağanak yağışlar da yaşanıyor.

Son yağışlarda ise Dubai’ye 100 km uzaklıktaki Al-Ain kentinde 24 saat içinde yaklaşık 256 mm yağmur yağdı.

Higgs bozonuna ismini veren İngiliz bilim insanı Peter Higgs 94 yaşında öldü.

İngiliz fizikçi, 1960’larda Kainat’taki her şeyin neden kütlesi olduğunu açıklayan teoriyi geliştiren bilim insanları arasındaydı.

Bundan yaklaşık 50 yıl sonra bu bilimsel atılım yapılabildi.

İsviçre’nin Cenevre kentindeki CERN laboratuvarlarında, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı adlı dev cihazda 2012’de yapılan deneyler sonunda Higgs bozonunun varlığı tespit edildi.

Higgs bu gelişmeden bir yıl sonra 2013 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü aldı.

  • Alejandro Millán Valencia
  • Unvan,BBC Dünya Servisi

ABD’li fizikçi ve yazar Michio Kaku, kuantum çağının geleceğimiz konusunda belirleyici olacağını söylüyor.

77 yaşındaki Kaku, teorik fizik alanında isim yaptıktan sonra başarılı bir bilim iletişimcisi olarak ünlendi.

New York Şehir Üniversitesi’nde teorik fizik profesörlüğü yapan Kaku’nun 11. kitabı Quantum Supremacy (Kuantum Üstünlüğü) geçen yıl yayımlandı.

Kaku kuantum çağında üretilen teknoloji ve bilgisayarların, hastalıkların tedavisinden kitlelerin beslenmesine kadar insanlığın en büyük sorunlarına radikal çözümler getireceğini düşünüyor.

Yapay zekanın insanlığa bir tehdit oluşturabileceğini fakat bunu kontrol altına almak için hala zaman olduğunu söylüyor.

Dünya çapında 134 ülkenin hava kirliliği değerlerinin analiz edildiği 2023 Dünya Hava Kalitesi Raporu kamuoyuna açıklandı.

Rapora göre Türkiye, hava kirliliği sıralamasında 44’üncü sıraya yükselirken, Türkiye’de havası en kirli kentler Iğdır ve Osmaniye oldu.

İsviçre merkezli hava kalitesi teknolojisi şirketi IQAir tarafından yıllık yayımlanan rapor, metreküp başına düşen ince parçacıklı madde (PM 2.5) yoğunluğu ölçümlerini esas alıyor.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından belirlenen hava kirliliği eşik değerlerini kullananan rapora göre dünya çapında sadece 7 ülke geçen sene bu eşik değerlerinin altında temiz hava soludu. Bu ülkeler Avustralya, Estonya, Finlandiya, Grenada, İzlanda, Mauritius ve Yeni Zelanda olarak sıralanıyor.

7 bin 812 kentte yaklaşık 30 bin hava kalitesi izleme istasyonundan alınan verilerle oluşturulan rapora göre havası en kirli ülkeler arasında ilk sıradaki Bangladeş, 2023 yılı boyunca WHO PM 2.5 kılavuz değerinin 15 katı kadar kirli hava soludu.


Oppenheimer filminin ünü, her ne kadar New Mexico eyaletindeki başarılı deneme sayesinde ilk nükleer bombayı yaratan ABD’li bilim adamı J. Robert Oppenheimer’ın başarısına dikkati çekse de, 80 yıl sonra halen hikayenin tam olarak anlatılmadığını düşünenler var.

New Mexico eyaletinde yaşayan Tina Cordova, aile albümünün sayfalarını hüzünle çevirirken, “İki dedem de kanser oldu, iki ninem de kanserdi, babam üç farklı çeşit kansere yakalandı, kız kardeşimde de kanser var” diyor.

“Sayısız amca, teyze, dayı, hala, kuzen kaybettim kanser yüzünden. Ve benim ailem de tek değil” diyen Cordova, atom bombasının deneme testi olan Trinity’nin gerçekleştiği alandan iki saat uzaklıktaki bir mesafede bulunan Albuquerque şehrinde yaşıyor.

BBC muhabirleri Emma Vardy ve Sam Granville’in haberine göre Trinity testinin yarattığı radyasyondan etkilendiği düşünülen topluluklara “rüzgarın estiği yönde bulunanlar” anlamına gelen “Downwinders” ismi veriliyor.

Trinity, dünyanın ilk atom bombası denemesiydi.

Bilim insanları 1987 yılında gözlemlenen bir süpernovanın gizemini çözdüklerini açıkladılar.

Komşu galaksimizde yaşanan bir yıldız patlaması yeryüzünden ilk kez Şubat 1987’de olmak üzere dört ay boyunca gözlemlenebilmişti.

Yeryüzünden uzaklığı hesaba katıldığında süpernovanın aslında 160 bin yıl önce gerçekleştiği tahmin edilmişti.

100 milyon Güneş’e eşit enerjinin ortaya çıktığı olay, 1604’ten (teleskobun icadından önce) bu yana çıplak gözle görülebilen ilk süpernova olarak kayıtlara geçmişti.

Olayda o kadar büyük bir toz oluşmuştu ki, patlamanın merkezinde ne olduğu en güçlü teleskoplarla bile anlaşılamamıştı.

  • Günce Akpamuk
  • Unvan,BBC Türkçe

Son 10 yıldır Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nde (NASA) çalışan astrofizikçi Umut Yıldız, Türkiye’ye dönerek çalışmalarına orada devam etme kararı aldı. Uzay alanında Türkiye’deki gelişmelerden dolayı heyecanlandığını belirten Yıldız, “Şu ana kadar yapılandan çok daha büyük planlar var. Bu gelişmelere kayıtsız kalmak istemedim” diyor.

Yıldız, astrofizikçi olarak ve derin uzay iletişimi alanında çalıştığı NASA’dan ayrılarak Türkiye’deki Plan-S şirketinde çalışmaya başlıyor.

2,5 yıl önce, şirketin kuruluş aşamasında Türkiye’ye davet edilen ve sonraki aylarda sürekli gelişmelere dahil olan astrofizikçi, “Bu süreçte sisteme adapte olmaya başladım. Bu 2,5 sene içerisinde uzaya 5 tane uydu gönderdik. Normal şartlar altında bu; bütçe, mühendislerin ayarlanması, bürokratik işer gibi sebeplerden kolay değildir. Dünyada fazla eşi benzeri yok” diyor.

Yıldız, bunu yapan insanların uzayla doğrudan ilgili olmadığını ancak Türkiye’nin en iyi elektronik, bilgisayar, iletişim mühendislerinin bir araya gelerek bunları başardığını ifade ediyor:

“Türkiye’nin bu potansiyeli bir anda doğru yere kanalize olduğunda, çok güçlü bir şekilde iş yapabileceğimizi gördük.”

  • Mark Poynting & Erwan Rivault
  • Unvan,BBC News İklim & Veri Doğrulama Ekibi

2023 yılı, insan faaliyetlerinden kaynaklı iklim değişikliğinin yol açtığı ve doğal El Niño hava olayının da etkisiyle, kayıtlara geçen en sıcak yıl olarak teyit edildi.

Avrupa Birliği’nin (AB) iklim izleme servisi Copernicus, 2023’ün, fosil yakıtların insanlar tarafından yaygın kullanılmaya başlanmasından önceki dönem ortalamasına kıyasla 1,48C daha sıcak olduğunu söylüyor.

BBC’nin analizine göre Temmuz ayından bu yana neredeyse her gün küresel hava sıcaklığı art arda rekorlar kırdı. Deniz yüzeyi sıcaklıkları da önceki değerleri aştı.

Bu küresel rekorlar, küresel ısınma için belirlenen kritik iklim hedeflerinin tutturulamaması riskini artırıyor.

Texas A&M Üniversitesi’nde atmosfer bilimi profesörü olan Andrew Dessler, “Beni etkileyen şey sadece (2023’ün) rekor kırması değil, aynı zamanda önceki rekorları ne farkla aştığı” diyor.

 

  • Jonathan Amos ve Alison Francis
  • Unvan,BBC Bilim Muhabirleri

İngiltere’nin güneyindeki Dorset’in Jurassic Sahili’ndeki kayalıklarından devasa bir deniz canavarının kafatası çıkarıldı.

Kafatası, yaklaşık 150 milyon yıl önce okyanuslarda terör estiren deniz sürüngeni ‘pliosaur’a ait.

2 metre uzunluğundaki kafatası fosili, türünün şimdiye kadar keşfedilen en bütünlüklü örneklerinden biri ve bu sürüngene dair yeni bilgiler veriyor.

Üç ülkede yapılan araştırma, yaygın ve tehlikeli kış virüsü olan RSV’ye karşı bebekleri korumak için geliştirilen antikorun, hastaneye yatışları yüzde 80’den fazla azalttığını gösterdi.

Son yıllarda giderek daha sık görülmeye başlanan RSV’de (Respiratuar Sinsisyal Virüs) grip ve soğuk algınlığına benzer belirtiler görülüyor.

Virüs, özellikle bebekler ve yaşlılarda yaşamı tehdit eden solunum yolu enfeksiyonlarına neden olabiliyor.

Her yıl 30 bine yakın beş yaş altı çocuklar, RSV nedeniyle hastaneye başvuruyor.

Ortalama olarak 30 çocuk bu nedenle hayatını kaybediyor.

2023’te sağlıkta çığır açan araştırmalar ve buluşlara imza atıldı.

Yıl sona yaklaşırken, sağlık alanında 2023’ün bazı en önemli gelişmelerine göz attık.

İkinci sıtma aşısı

100 yıldan uzun süren bilimsel çalışmaların ardından, dünya nihayet sıtmaya karşı makul fiyatlı bir aşıya kavuştu.

Aşı, Oxford Üniversitesi tarafından geliştirildi ve şimdiye dek bulunan ikinci sıtma aşısı oldu.

RTS,S adı verilen ilk aşı ilaç devi GlaxoSmithKline (GSK) tarafından geliştirilmişti.

  • Ben Morris
  • Unvan,BBC News
  • Bildirdiği yerTeknoloji ve İş Muhabiri

Teknoloji dünyasında 2023 muhtemelen üretken yapay zekanın (Generative AI) anaakım hale geldiği yıl olarak hatırlanacak.

Bilgisayar yazılımlarından sanata ve makalelere, üretken yapay zeka sistemleri mükemmel olmasa da, hızlı bir şekilde çeşitli içerikler üreterek, bazı endüstri ve iş kolları için temel bir araç haline geldi.

Microsoft’un desteklediği ChatGPT’nin 2022 sonundaki lansmanıyla öncü konuma yükseldiği alanda çok sayıda yeni rakip ortaya çıktı.

Bu alandaki en önemli gelişmelerden biri de bu ay Google’ın çatı şirketi Alphabet’in, Google’ın sohbet botu ve arama motoru dahil farklı ürünlerine entegre edilecek Gemini adlı yapay zeka modelini tanıtmasıydı.

Alphabet Gemini’ın ChatGPT’nin son versiyonundan daha iyi performans gösterdiğini iddia ediyor.

Yıllık meteor yağmurlarının en gösterişlilerinden biri olan Leonid, Cumartesi ve Pazar günü Kuzey Yarımküre’nin büyük kısmında görülecek.

Hızlı ve parlak meteorlarla karakterize edilen Leonidleri görmek için en iyi zaman, gece yarısından sonra olacak.

Leonidleri çıplak gözle görmek mümkün ancak görüş mesafesini etkileyeceğinden şehir ışıklarından uzaklaşmak ve bulunduğunuz yerdeki hava durumunu kontrol etmek önemli.

Aslan Takımyıldızı’nda yer aldığı için Leonid ismi verilen bu meteor yağmuru Türkiye’den de izlenebilecek.

Leonid, Güneş’in etrafındaki yolunu izlerken arkasında, bazıları bir kum tanesi kadar küçük olan döküntülerden oluşan bir yol bırakan Tempel-Tuttle Kuyruklu Yıldızı ile ilişkili.

  • Ilgın Yorulmaz
  • Unvan,Tokyo

Japonya karasularında bulunan bir deniz altı yanardağının patlaması sonucu oluşan kara parçası, başkent Tokyo’nun bin 200 kilometre uzağında ve 2. Dünya Savaşı’nın en kanlı çarpışmalarının olduğu Iwoto adlı adanın açıklarında yer alıyor.

Pasifik’in batısında Japonya’ya bağlı Ogasawa ada zincirine eklenen 100 metre çapındaki yeni adanın oluşumu aslında geçen ay volkanik patlamalarla başladı.

Ada üzerinde keşif uçuşu yapan Japonya Meteoroloji Enstitüsü’ne ait helikopterin çektiği görüntülerde yoğun duman ve bir-iki dakikada bir gerçekleşen patlamalar eşliğinde 50 metre yukarıya çıkan lavlar gözlemleniyor.

Tokyo Üniversitesi deprem araştırma enstitüsünden Fukaşi Maeno ada üzerinde yaptığı gözlemlerde patlamayla havaya fırlayan kayalar ve denizde yüzen kahverengi ponza taşları gördüğünü söylüyor.

Maeno, bölgede geçen yıl Temmuz ayından beri volkanik aktivitenin yaşandığını belirtiyor. Yeni adanın altındaki yanardağın patlamaya devam etmesi durumunda adanın boyutlarının genişleyebileceği düşünülüyor.

Vezüv Yanardağı M.S. 79 yılında patladığına, günümüz İtalyası’ndaki antik Roma kentleri Pompei ve Herculaneum, yerle bir olmuştu.

Papirüslere yazılı antik belgeler de gömülmüş ve kömüre dönüşmüştü.

Antik papirüs tomarları neredeyse 2 bin yıl, 20 metre kalınlığındaki volkanik çamur, kül ve sünger taşlarının altında kaldı.

Belgeler, kendisini İmparator ilan edip, daha sonra suikastla öldürülen ünlü Romalı general ve devlet adamı Julius Sezar’ın kayınpederine ait olduğu düşünülen bir villadaydı.

Pompei’deki antik kalıntılar 1700’lü yıllarda ilk olarak gün ışığına çıkartıldığında, 600’den fazla papirüs belge de bulunmuştu.

Nobel Kimya Ödülü, TV ekranlarında kullanılan kristalleri geliştiren bilim insanlarına verildi.

Nobel Kimya Ödülü, kuantum noktaları olarak adlandırılan parçacıkları geliştiren çalışmalarından dolayı üç bilim insanına verildi.

Bu küçük kristallere, nanopartiküllerin renk oluşturduğu QLED TV setlerinde rastlanıyor.

Ayrıca cerrahların ameliyat sırasında kullandığı tıbbi görüntülemede, kanser ilaçlarının daha iyi hedeflenmesinde ve güneş panellerinde de kullanılıyorlar.

Kazanan Moungi G. Bawendi, Louis E. Brus ve Alexei I. Ekimov 11 milyon İsveç kronu (1 milyon dolar) tutarındaki ödülü paylaşacak.

Kazananların isimlerinin, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından yapılan resmi duyurudan saatler önce yanlışlıkla açıklandığı ortaya çıktı.

  • Tim Simedley
  • Unvan,BBC Future

Yakın zamana kadar çoğu insan mRNA aşılarının adını bile duymamıştı. Şimdi ise bilim insanları bu aşıların dayandığı ve Nobel Ödülü alan teknolojinin pek çok sağlık sorununu çözmede kilit rol oynayabileceğine inanıyor.

Üç yıl kadar önce Anna Blakney, Londra’daki bir laboratuvarda yeni bir alanda çalışırken bilim çevresi dışında çok az insan mRNA aşılarını duymuştu.

Covid-19 salgını nedeniyle artık pek çok insan Pfizer-BioNTech ve Moderna gibi ilaç şirketlerinin mRNA aşılarından haberdar. Ancak üç yıl kadar önce Anna Blakney, Londra’daki bir laboratuvarda nispeten göze çarpmayan, niş bir bilim alanında çalışıyordu. Bilim çevresi dışında çok az insan mRNA aşılarını duymuştu

Blakney 2016’da Londra’daki Imperial College’da doktorasına başladığında bile, “pek çok insan bunun işe yarayıp yaramayacağı konusunda şüpheciydi”. Şimdiyse “mRNA’nın tıpta oyunun kurallarını değiştiriyor” diyor.

Haberci ribonükleik asit ya da kısaca mRNA çok büyük, heyecan verici soruları gündeme getiriyor: mRNA aşıları kanser, HIV, tropikal hastalıklar için bir tedavi sağlayabilir ve hatta bize insanüstü bir bağışıklık kazandırabilir mi?

mRNA, genetik kodu DNA’dan hücrenin protein yapma mekanizmasına taşıyan tek sarmallı bir molekül. mRNA olmadan genetik kodunuz kullanılamaz, proteinler yapılamaz ve vücudunuz çalışamaz. Eğer DNA banka kartı ise, mRNA da kart okuyucudur.

Bir virüs hücrelerimize girdiğinde, kendi RNA’sını serbest bırakır ve ele geçirilmiş hücrelerimizi kandırarak bağışıklık sistemimizi tehlikeye atacak şekilde virüsün kopyalarını – viral proteinler şeklinde – dışarı atar.

Geleneksel aşılar, antijen adı verilen zayıflatılmış virüs proteinlerinin enjekte edilmesiyle çalışır ve bu da vücudun bağışıklık sistemini virüsü yeniden ortaya çıktığında tanıması için uyarır.

MRNA aşılarında ise antijenin kendisini enjekte etmeye gerek yoktur. Bunun yerine, bu aşılar antijenin mRNA’ya çevrilmiş genetik dizisini veya “kodunu” kullanır. Bu, gerçeğinin hayaleti gibidir ve vücudu kandırarak gerçek antikorlar oluşturmasını sağlar. Daha sonra yapay mRNA’nın kendisi, onu parçalayan enzimler de dahil olmak üzere vücudun doğal savunması tarafından bozularak yok olur ve bize sadece antikorlar kalır.

Bu nedenle mRNA aşıları geleneksel aşılara kıyasla daha güvenli, daha hızlı ve daha ucuza üretilebilir. Artık milyonlarca tavuk yumurtasının içinde ölümcül virüsler yetiştiren devasa biyo-güvenlikli laboratuvarlara ihtiyaç yok. Bunun yerine, tek bir laboratuvar antijenin proteinlerini liste halinde tüm dünyaya e-posta ile gönderebilir.

Blakney, bu bilgiyle bir laboratuvarın “100 ml’lik tek bir test tüpünde bir milyon doz mRNA” yapabileceğini söylüyor.

Pandemi sırasında bu sürecin gerçek zamanlı işleyişine tanık olduk. 10 Ocak 2020’de, Pekin’deki Çin Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nde zoonoz (hayvandan insana bulaşan hastalıklar) uzmanı Zhang Yongzhen, Covid-19’un genom dizilimini yapıp ertesi gün yayınladı. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 11 Mart’ta Covid-19’u pandemi ilan etti. 16 Mart’ta Zhang’ın dizilimi kullanılarak ilk mRNA aşısı birinci aşama klinik denemesine başladı.

ABD Gıda ve İlaç Dairesi, Pfizer-BioNTech Covid-19 aşısını 11 Aralık 2020’de onayladı ve insanlar için onaylanan ilk mRNA aşısı ve klinik deneylerde %95 etkinlik oranına sahip ilk aşı olarak tarihe geçti. Bir hafta sonra Moderna mRNA aşısı onaylandı. Daha önceki “en hızlı aşı” ünvanı kabakulak aşısına aitti ve onaylanması dört yıl sürmüştü. Moderna ve Pfizer-BioNTech aşıları ise sadece 11 ayda onaylanmıştı.

mRNA teknolojisinin öncüleri

mRNA aşısının dayandığı teorinin öncüleri Pennsylvania Üniversitesi’nden bilim insanları Katalin Karikó ve Drew Weissman. Her iki bilim insanı 2021’de ABD’nin en büyük biyomedikal araştırma ödülü olan Lasker Ödülü’ne, Ekim 2023’te de Nobel Tıp Ödülü’ne layık görüldü.

Ancak onların çalışmaları da diğer bilim insanlarının onlarca yıllık araştırma ve deneylerine dayanıyordu. Ancak 2019’da bile, mRNA aşılarının kullanımının en az beş yıl alacağına inanılıyordu. Pandemi, bu adımı öne çekti.

Weissman ve Karikó’nun çalışma arkadaşı ve Carnegie Mellon Üniversitesi’nde kimya mühendisliği uzmanı Kathryn Whitehead, “mRNA dünyasında bu acil durum senaryosunda %95 ilk etkinlik oranlarını hayal edebilecek çok fazla insan yoktu” itirafında bulunuyor.

Ama şimdi, olasılıklar sonsuz görünüyor ve Blakney’in dediği gibi “Bununla başka hangi aşıları yapabiliriz? Ve bunun ötesinde ne yapabiliriz?” konusu tartışılıyor.

Rochester Üniversitesi’nden Dragony Fu, Covid-19 için mRNA aşısı 1.0’a tanıklık ediyorsak, 2.0’ın da Sars gibi patojenler ile HIV gibi diğer yabancı istilacılara da uygulanabileceğini, Covid’den önce de şirketlerin HIV’e karşı mRNA aşıları geliştirdiklerini belirtiyor; patojenler kampında Zika, herpes ve sıtma parazitlerini de sayıyor.

Fu’ya göre, “Diğer kategori ise otoimmün hastalıklar. Bu ilgi çekici çünkü aşının çok katı tanımının ötesine geçiyor.” Fu geleceğin, örneğin iltihaplanmayı azaltmak için mRNA “tedavileri” içerebileceğini söylüyor. “Teorik olarak, bu pek çok olasılığın önünü açıyor” diyor.

Ohio Eyalet Üniversitesi’nden Yizhou Dong, mRNA’yı barındırmak ve vücudumuz tarafından hemen yok edilmeden hücrelere güvenli bir şekilde iletmek için gereken küçük yağ topları veya lipitler konusunda uzman. Lipidler “isimsiz kahraman” olarak tanımlanıyor; lipid iletimi 2018’de mükemmelleştirilip onaylanmasaydı, 2020’de Covid-19 mRNA aşıları olmayacaktı. Dong, Covid-19’dan önce, bu yeni lipid iletim tekniğini mRNA ile birleştirmenin genetik bozukluklar, kanser immünoterapisi, bulaşıcı hastalıklar ve bakteriyel enfeksiyonlar da dahil olmak üzere daha geniş uygulamalarını inceleyen birçok araştırma olduğunu söylüyor. “Antijene sahip olduğunuz ve proteini sekanslayabildiğiniz sürece, teorik olarak işe yaraması gerekir”.

Lipid iletimi ve mRNA teknolojisindeki atılım sayesinde, geliştirilmekte olan aşılar ve tedaviler arasında kistik fibroz ve multipl skleroz için mRNA terapileri; HIV için mRNA aşısı; kalp hastalığı için terapiler; ve ağır akciğer hastalıkları ve astım için mRNA terapileri bulunuyor.

Tropikal hastalıklar için de çözümler araştırılıyor. Moderna, Zika ve Chikungunya için klinik mRNA aşı denemeleri yapıyor. Her iki hastalık da dünyanın en yoksul nüfuslarını etkilediği ve yeterli araştırma ve finansman alamadığı için “ihmal edilmiş” hastalıklar. MRNA aşılarının hızı ve maliyeti bu paradigmayı değiştirebilir ve ihmal edilen tropikal hastalıkların sonunu getirebilir.

Ancak belki de raflarda yerini alacak bir sonraki mRNA aşısı daha yaygın bir hastalık olan gribe yönelik olabilir. İnfluenza virüsleri dünya çapında her yıl tahminen 290 bin ila 650 bin ölümden sorumlu. Whitehead, “Yakın gelecekte gribe karşı mRNA aşılarını görmemiz çok muhtemel” diyor. Bazı uzmanlar bazı ülkelerde Covid-19’dan daha fazla ölüme yol açabilecek bir grip salgını olabileceği uyarısında bulunmuştu.

Kanser aşı ve tedavi denemeleri

Birçok ilaç şirketi de kanser için mRNA aşıları ve tedavileri peşinde ve bir dizi klinik deneme devam ediyor. Blakney şöyle açıklıyor: “Kanser hücreleri genellikle vücudunuzdaki diğer hücrelerin sahip olmadığı belirli yüzey belirteçlerine (marker) sahip. Bağışıklık sisteminizi bu hücreleri tanıması ve öldürmesi için eğitebilirsiniz, tıpkı virüsü tanıması ve öldürmesi için eğitebileceğiniz gibi; tümör hücrelerinizin yüzeyinde hangi proteinlerin olduğunu bulursunuz ve bunu aşı olarak kullanırsınız.”

Blakney’e göre hastaya özgü, bireyselleştirilmiş tıp fikri yıllardır heyecan veren bir beklenti; bu, mRNA’nın ardına kadar açacağı bir başka kapı olabilir. Teorik olarak, “tümörünüzü çıkarıyorlar, sekanslıyorlar, yüzeyinde ne olduğunu görüyorlar ve sonra size özel bir aşı yapıyorlar”.

mRNA 2.0 ile kanser, HIV ve tropikal hastalıklar için tedaviler gelecekse, 3.0 ile daha da ileride neler olabilir? Modern tıp için büyük bir endişe alanı antibiyotik direnci. Blakney, “Potansiyel olarak C. difficile gibi bakteriyel bir antijene veya tedavisi gerçekten zor olan bazı bakterilere karşı aşı yapmayı düşünebilirsiniz” diyor. Henüz herhangi bir deneme yapılmadı, ancak Frontiers gibi bilimsel dergiler bu fikri araştırdı.

Daha genel ticari sağlık ve esenlik uygulamaları için de potansiyel var. Örneğin Fu, kendisi de dahil olmak üzere yüz milyonlarca Asya kökenli insanı ve aslında küresel nüfusun tahmini %68’ini etkileyen laktoz alerjisinin bir gün hedef alınabileceğini öne sürüyor: “Laktozu parçalamamı sağlayan protein bende eksik. Gelecekte, laktozu parçalayan proteini üretecek mesajı, mRNA’yı iletmenin bir yolunu geliştirebilirsiniz… Hayatı tehdit eden bir şey değil ama bunun milyar dolarlık bir endüstri olacağını hayal edebiliyorum.”

Ohio State Üniversitesi’nde Dong, kolesterole karşı başarılı bir fare denemesi bile yürüttü. PCSK9 proteini yüksek olan kişilerde kolesterol yüksek olma ve erken kalp hastalığı gelişme eğilimi var. “Bir tedaviden sonra [farelerde] PCSK9 protein seviyesini %95’in üzerinde azaltabildiğimizi fark ettik. Bu kesinlikle çok önemli bir araştırma.” Dong’a göre en az bir biyoteknoloji şirketi PCSK9’u inhibe etmek için mRNA kullanarak bir klinik deneme planlıyor.

Tüm bunlar şu soruyu gündeme getiriyor: mRNA tedavileri bize neredeyse insanüstü bir bağışıklık kazandırabilir mi? Halihazırda Covid-19 mRNA aşıları bazı insanların yüksek seviyelerde antikor üretmesine yol açarak Covid-19’un birkaç varyantını aynı anda etkisiz hale getirebiliyor.

Aynı zamanda çeşitli mRNA aşılarını bir araya getirerek, kanser ve virüsleri aynı anda önleyebilecek tek bir güçlendirici aşı oluşturma potansiyelinden de söz ediliyor.

* Bu makalenin İngilizce orijinali ilk olarak Kasım 2021’de yayımlandı. mRNA teknolojisini geliştiren bilim insanları Katalin Kariko ve Drew Weissmanon’un 2 Ekim’de Nobel Tıp Ödülü almasıyla ilgili son gelişmeyi de içerecek şekilde güncellendi.

2023 Nobel Fizik Ödülü, maddedeki elektron dinamikleriyle ilgili çalışmalarından dolayı bilim insanları Pierre Agostini, Ferenc Krausz ve Anne L’Huillier’e verildi.

Fizikçiler, “en kısa anı” yakalayan ve elektronların dünyasına bir pencere açan ışık deneyleri için ödüle layık görüldü. Üç bilim insanı 11 milyon İsveç kronu (1 milyon dolar) para ödülünü paylaşacak.

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nde düzenlenen basın toplantısında, ödülün, “maddedeki elektron dinamiklerinin incelenmesi için zamanın en küçük birimi yani saniyenin bir kentilyonda biri olan attosaniye ışık darbeleri üreten deneysel yöntemler” keşfetmelerinden ötürü üç bilim insanına verildiği açıklandı. Kentilyon, bin katrilyona eşit ve19 haneli.

Basın toplantısında Agostini, Krausz ve L’Huillier’in, elektronların hareket ettiği veya enerji değiştirdiği süreçleri ölçmek için kullanılabilecek kısa ışık darbeleri yaratmanın bir yolunu keşfettikleri belirtildi.

Pierre Agostini ABD’deki Ohio State Üniversitesi, Ferenc Krausz Almanya’daki Max Planck Enstitüsü, Anne L’Hullier ise İsveç Lund Üniversitesi’nde görev yapıyor.

Geçen yıl Nobel Fizik Ödülü, kuantum mekaniği alanındaki çığır açıcı çalışmaları nedeniyle Fransız bilim insanı Alain Aspect, Amerikalı bilim insanı John Clauser ve Avusturyalı bilim insanı Anton Zeilinger’e verilmişti.

2021’de ödülün sahipleri; karmaşık sistemlere, özellikle de Dünya’nın iklimine ilişkin anlayışımızı değiştiren Syukuro Manabe, Klaus Hasselmann, ve Giorgio Parisi olmuştu.

2020’de kara delikleri araştıran Roger Penrose ile galaksimizin merkezindeki bir cisimle ilgili araştırmalarından dolayı Reinhard Genzel ve Andrea Ghez ödülü paylaşmıştı.

2019’da ise Nobel Fizik Ödülü, Büyük Patlama’dan sonra evrenin evrimini açıklayan James Peebles ile bir güneş sistemi dışındaki gezegenin keşfi nedeniyle Michel Mayor ve Didier Queloz’a verilmişti.

Nobel Fizik Ödülü bugüne dek sadece 4 kadına verildi: Marie Curie (1903), Maria Goeppert-Mayer (1963), Donna Strickland (2018) ve Andrea Ghez (2020).

  • Pallab Ghosh
  • Unvan,Bilim Muhabiri

Pek çok gökbilimci artık evrenin başka yerlerinde yaşam olup olmadığını sorgulamıyor.

Bunun yerine yaşamı “ne zaman bulacağımızın” yanıtını arıyor.

Birçok bilim insanı önümüzdeki birkaç yıl içinde, Dünya dışı yaşamın izlerini keşfedeceğimiz konusunda iyimser.

Yakın gelecekte başlayacak bir Jüpiter misyonunu yöneten bir bilim insanı, gezegenin uydularında yaşamın izlerinin bulunmamasının “şaşırtıcı” olacağını söyleyecek kadar ileri gidiyor.

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) James Webb Uzay Teleskobu (JWST) yakın zamanda Güneş Sistemimiz dışındaki bir gezegende yaşama dair umut verici ipuçları tespit etmişti.

Devam eden ya da başlamak üzere olan çok sayıda uzay görevi, tüm zamanların en büyük bilimsel keşfi için yeni bir uzay yarışının başladığını gösteriyor.

İskoçya Kraliyet Gözlemevi’nin başındaki Prof. Dr. Catherine Heymans, “Sonsuz yıldız ve gezegenle dolu, sonsuz bir evrende yaşıyoruz. Ve birçoğumuz, buradaki tek akıllı yaşamın biz olamayacağına ikna olmuş durumdayız.

“Artık evrende yalnız olup olmadığımız sorusuna cevap verebilecek teknolojiye ve yeteneğe sahibiz” diyor.

‘Goldilocks bölgesi’

Teleskoplar artık uzak yıldızların yörüngesindeki gezegenlerin atmosferlerini analiz ederek, Dünya’da yalnızca canlı organizmalar tarafından üretildiği bilinen kimyasalları arayabiliyor.

Böyle bir keşfin ilk işareti bu ayın başlarında tespit edildi.

Dünya’da basit deniz organizmalarının ürettiği bir gaza ait ilk işaret, 120 ışıkyılı uzaklıktaki K2-18b adlı gezegenin atmosferinde tespit edildi.

Gezegen, gökbilimcilerin “Goldilocks bölgesi” olarak adlandırdığı bölgede yer alıyor.

Gezegen, yıldızından, yüzey sıcaklığının ne çok sıcak ne de çok soğuk olacağı kadar uzakta. Bu da yaşamı desteklemek için gerekli olan suyun sıvı halde bulunabileceği anlamına geliyor.

Keşfi yapan ekip bir yıl içinde heyecan verici ipuçlarının anlamını öğrenmeyi umuyor.

Araştırmayı yöneten Cambridge Üniversitesi’nde Astronomi Enstitüsü’nden Prof. Nikku Madhusudhan, ipuçlarının doğrulanmasının “yaşam arayışıyla ilgili bildiklerimizi radikal biçimde değiştireceğini” söyledi.

BBC’ye konuşan Madhusudhan, “Eğer araştırdığımız ilk gezegende yaşamın izlerini bulursak evrende hayatın yaygın olma olasılığını artıracak” dedi.

Madhusudhan gelecek beş yıl içinde evren ile ilgili bildiklerimizde “büyük bir dönüşüm” olacağını ön görüyor.

Ekibi K2-18b’de yaşamın izlerini bulamazsa araştırmalarına Goldilocks bölgesindeki ilk etapta 10 gezegenle ve muhtemelen daha sonra başkalarıyla devam edecekler.

Yaşama dair bir iz bulunamaması bile “bu tip gezegenlerdeki yaşam olasılığına dair önemli iç görüler sağlayacak”.

Projesi evrende yaşamın izlerini arayan birçok projeden sadece biri.

Bu projelerden bazıları Güneş Sistemi’ndeki gezegenleri, bazıları çok daha uzakları, uzayın derinliklerini araştırıyor.

NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu güçlü olsa da sınırları var.

Telekop, çok uzakta olup Dünya kadar küçük olan gezegenleri tespit edemeyebilir. K2-18b’nin hacmi dünyanın sekiz katı.

Buna ek olarak yıldızına Dünya kadar yakın olan gezegenleri ışığın yansıması nedeniyle göremeyebilir.

NASA, Yaşanabilir Dünyalar Gözlemevi projesiyle bu sorunun üstesinden gelmeyi amaçlıyor.

2030’da hayata geçmesi planlanan gözlemevi, pratikte yüksek teknolojiye sahip bir güneş kalkanı olarak işlev görüyor. Böylelikle gezegenin etrafında döndüğü yıldızın ışığının minimize edilmesini sağlıyor.

Gelecek yedi yıl içinde yerde olması planlanan Avrupa Güney Rasathanesi’nin (ESO) Aşırı Büyük Teleskop’u, Şili çöllerinden açık gökyüzünü inceleyecek.

Teleskobun 39 metre çapındaki aynası, bugüne kadar bir alet için üretilen en büyük ayna olma özelliğinde. Bu özelliği haleflerine göre gezegen atmosferlerinde daha fazla detay görmesini sağlayacak.

Gezegenlerin atmosferlerini analiz eden bu teleskopların üçü de maddeleri yaydıkları ışığa bakarak ayırt ediyor.

Teleskoplar o kadar güçlüler ki, yüzlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın yörüngesinde dönen bir gezegenin atmosferinden gelen küçük bir ışık huzmesini bile analiz edebiliyorlar.

Bazıları yaşamı uzak gezegenlerde arasa da bazıları arayışlarını yakınımızdaki gezegenlerle sınırlıyor.

Güneş Sistemimizdeki gezegenleri inceleyen gökbilimcilerin güçlü adayları arasında Jüpiter’in buzlu uydusu Europa var.

Europa’nın buzlu yüzeyinin altında, yer yer uzay boşluğuna su püskürten bir okyanus var.

NASA’nın Clipper ve Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Jupiter Icy Moons Explorer (Juice) görevlerinin ikisi de oraya 2030’un başlarında ulaşacak.

Mars, henüz yaşayan canlılar için elverişli bir yer değil ancak astrobiyologlar bir dönem kalın bir atmosfere ve okyanuslara sahip olan gezegende yaşamın olduğunu düşünüyor.

NASA’nın Perseverance keşif aracı, bir dönemler antik bir nehir deltası olduğu düşünülen bir kraterden taş örnekleri topluyor.

2030’lardaki ayrı bir görevse bu taşları Dünya’ya getirip basit yaşam formlarına ait mikrofosiller olup olmadığını inceleyecek.

Uzaylılar bizimle temasa geçmeye çalışıyor olabilir mi?

Bazı bilim insanları Dünya dışı yaşamın bilim kurgunun sorusu olduğunu düşünüyor.

Ancak insanlar onlarca yıldır uzaylıların olası radyo sinyallerini arıyor.

Dünya Dışı Zeka Arayışı Enstitüsü (SETI) bu arayışı sürdürüyor. Ancak arayışları bugüne kadar biraz rastgele ilerledi.

James Webb gibi gelişmiş teleskopların medeniyetlerin Dünya dışında gelişmesi için elverişli yerleri tespit ermesi SETI’nin bu bölgelere odaklanmasını sağlayabilir.

Evrende yaşam çalışmalarına odaklanan SETI Carl Sagan Merkezi’nin direktörü Dr. Nathalie Cabrol, bu durumun yeni bir momentum yarattığını düşünüyor.

Teleskoplarını yenileyen enstitü, uzak gezegenlerde güçlü lazer titreşimlerini arayan özel aletler kullanıyor.

Oldukça nitelikli bir astrobiyolog olan Dr. Cabrol, bazı bilim insanlarının SETI’nin sinyal arayışına neden şüpheyle yaklaştığını anlıyor.

Ancak Dr. Cabrol, uzak atmosferlerden gelen kimyasal izlerin, Ay’a yakın uçuşlardan elde edilen ilginç verilerin ve hatta Mars’tan gelen mikrofosillerin bile yoruma açık olduğunu savunuyor.

Bir sinyal aramak, “yaşam belirtileri bulmaya yönelik çeşitli yaklaşımlar arasında en ihtimal dışı olan gibi görünebilir. Ama aynı zamanda en kesin kanıttır ve her an gerçekleşebilir”.

Dr. Cabrol, “Gerçekten anlayabileceğimiz bir sinyale sahip olduğumuzu hayal edin” diyor.

Otuz yıl önce, başka yıldızların etrafında dönen gezegenlere dair hiçbir kanıtımız yoktu. Artık gökbilimcilerin ve astrobiyologların benzeri görülmemiş bir şekilde ayrıntılı inceleyebileceği 5.000’den fazla şey keşfedildi.

K2-18b üzerinde çalışan ekibin bir üyesi olan Cardiff Üniversitesi’nden Dr. Subhajit Sarker’e göre, inanılmaz bir bilimsel buluştan daha fazlası olacak bir keşif için tüm unsurlar mevcut.

“Eğer yaşam belirtileri bulursak, bu bilimde bir devrim olacak ve aynı zamanda insanlığın kendisine ve evrendeki yerine bakışında da büyük bir değişikliğe yol açacak.”

  • Almudena de Cabo
  • Unvan,BBC Dünya Servisi

Mavi bir araba aldınız ve her yerde bu renkte arabalar mı görmeye başladınız?

Bunun geçici bir moda olduğunu ve şu anda herkesin aynı renk araba aldığını düşünmüş bile olabilirsiniz.

Aslında belki de her zaman aşağı yukarı aynı sayıda bu renk araç vardı ama siz farkında değildiniz.

Frekans yanılsaması olarak bilinen ve çok yaygın olan bu olgu, muhtemelen herkesi hayatının bir noktasında etkiliyor ve son zamanlarda sizin için önemli hale gelen şeylere dikkat etmeye başladığınızda ortaya çıkıyor.

Baader-Meinhof fenomeni (olgusu) olarak da bilinen bu kavram hafıza ile ilgili.

‘Baader-Meinhof fenomeni ismi, 1994 yılında bir Alman forumunda bir kullanıcının 1970’lerde Alman radikal sol grubu Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) adını – iki liderinin soyadlarından dolayı Baader-Meinhof olarak da biliniyor – bir kez andıktan sonra her yerde fark etmeye başladığını anlatmasıyla gündeme gelmişti.

Bu durum diğer katılımcıların da kendi deneyimlerini paylaşmalarına yol açtı, böylece bu isimle anılmaya başlandı. Ancak bu yeni bir olgu değildi.

Harvard Üniversitesi Psikoloji ve Biyoloji bölümünden Dr. Neha Pathak, sağlık sitesi WebMD’de yayınlanan bir makalesinde, “Bir şey hakkında bilgi sahibi olduğunuzda, o şey daha sık karşınıza çıkıyor gibi görünür” diyor.

“Önce, bir şeyin daha sık ortaya çıkmaya başladığına inanırsınız. Ardından, o kelimenin ya da olgunun şimdi ne kadar sık görüldüğüne kendinizi ikna edersiniz, buna doğrulama önyargısı denir. Aslında sıklık artmamıştır ama beyniniz sizi arttığına ikna etmiştir.”

Beyne neler oluyor?

Stanford Üniversitesi’nde dilbilim profesörü olan ve 2005 yılında “frekans yanılsaması” terimini ilk kez ortaya atan Arnold Zwicky’ye göre, bu olgu iyi bilinen iki psikolojik sürecin sonucunda ortaya çıkıyor.

Bir yandan algıda seçicilik devreye girerek herhangi bir anda bizim için önemli olana odaklanmamızı ve geri kalanı bir kenara atmamızı sağlıyor; bu, öğrenmenin anahtarı olan bir süreç.

Diğer yandan, o anda üzerinde yoğunlaştığımız konuyu destekleyen şeyleri aramamıza neden olan doğrulama önyargısı devreye giriyor; daha fazla mavi araba gördüğümüzde, bunların daha yaygın olduğuna inanırız, bu da bu renkte daha fazla araba olduğuna dair inancımızı daha da kesinleştirir.

Doğrulama önyargısı, genel olarak bilişsel önyargılar olarak adlandırılan şeylere de yol açabilir; zira insanlar dünyanın nasıl işlediğine dair açıklamalar aramaya şartlanmıştır ve bulduğumuz açıklamalara uyum sağlarız.

Böylelikle bu yanılsama beynin herkeste ayrı ayrı nasıl çalıştığıyla bağlantılıdır.

Sosyal psikoloji uzmanı ve Psychology and Mind adlı web sitesinden klinik psikolog Joanna Riera’ya göre, “Frekans yanılsaması herkesin başına gelmese de ya da başımıza geldiğini hatırlamasak da evrimsel bir öneme sahip”.

“Türlerin hayatta kalmasıyla ilişkili evrimsel faktörleri içerdiği için genel nüfusun büyük bir kısmında görülmesi normal. Ayrıca bunun farkındayız.”

Yani algılama kapasitemiz var, bu da beynimizin tüm uyaranlara eşit derecede dikkat etmediği anlamına geliyor çünkü yalnızca sınırlı sayıda unsura odaklanabiliyoruz, aksi halde çevremize uyum sağlayamazdık.

Algı adı verilen bu süreç sayesinde bazı unsurları duyularımız aracılığıyla fark eder ve işleriz.

Evrimsel süreçler uzmanı bunu şöyle açıklıyor: “Belirli bir uyarana güçlü bir şekilde odaklanmamız, ya yakın zamanda bu uyarana birçok kez maruz kalmış ve onu ilginç bulmuş olmamız, ya yoğun bir renk ya da bizi duygusal olarak harekete geçiren bir şeyle karşılaşmış olmamızdan kaynaklıdır ve bu da algımızı bu tür uyaranlara karşı daha açık hale getirir.”

Muhtemelen o anda beynimizin yakaladığı şey, bizim için neyin önemli olduğuyla ilgilidir. Bu nedenle, benzer bir uyarıcı gördüğümüzde, beynimiz dikkatini ona yöneltir.

Bu şekilde, duygusal unsurlar belirli bir anda o belirli uyarıcıya daha fazla dikkat yönelterek frekans yanılsamasına yol açabilir; bu da neden herkesin aynı uyarıcıya ve nesneye aynı şekilde tepki vermediğini açıklar.

Örneğin, hamile bir kadın görüyorsanız ve sonra sürekli hamile kadınlar görmeye devam ediyorsanız, bunun nedeni muhtemelen hayatınızın tam o anında bunun sizin için çok önemli bir şey olması.

Riera bunu şöyle açıklıyor: “Bu duygusal yönlerle bağlantılı ama aynı zamanda bilişsel. Belki bir çocuğumu kaybettim, belki hamile kalmak istiyorum ya da belki hamileyim. Yani tam da o anda benim için önemli bir şey.”

Bu, karşılaştığımız uyaranın türüne bağlı olarak beynin farklı bölgelerinin frekans illüzyonunda rol oynadığı ve her birimizin farklı tepki vermesine neden olduğu anlamına gelir.

“Frekans yanılsaması gibi şeylere neden olan, tüm duygusal sistemimiz ve algılama şeklimiz aracılığıyla bizleriz.”

Beyin üzerinde olumsuz etkisi yok

“Çok sayıda mavi araba görürsem, diyelim ki bazı varsayımsal çıkarımlar yapıyorum ve gerçekten de her yerde mavi arabalar var diye düşünüyorum. Bu, belirli algısal değişikliklere neden olan birçok önyargı vakasının temelidir ve frekans yanılsaması buna örnektir” diye açıklıyor Riera.

“Örneğin, yakın zamanda kötü bir meyve yediysem ve kendimi iyi hissetmiyorsam, muhtemelen en az birkaç günümü bunun daha sık yaşandığını gözlemleyerek veya bu durumu yaşayan insanlarla konuşarak geçireceğim. Beynimin yaptığı şey tehlikeli bir duruma uyum sağlamak, bu yüzden önemli.”

“Önyargı her zaman kötü olmak zorunda değil. Bazen önyargılar çevremize uyum sağlamamıza ve hayatta kalmamıza yardımcı olur” diye ekliyor.

Riera’ya göre, trafik kazası gibi travmatik olaylarla bağlantılı olmadığı sürece normalde olumsuz bir etkisi olmaz. Bu durumda, örneğin travma sonrası stres bozukluğu belirtisi olarak ortaya çıkabilir, ancak mutlaka herhangi bir soruna neden olması şart değildir.

Nobel Tıp Ödülü, bazı Covid aşılarında kullanılan mRNA teknolojisini geliştiren bilim insanları Katalin Kariko ve Drew Weissman’a verildi.

Daha önce deneysel olan mRNA teknolojisi, pandemi sırasında Covid aşısı olarak dünya çapında milyonlarca insana uygulandı.

Pfizer-BioNTech ve Moderna gibi ilaç firmaları tarafından geliştirilen Covid aşılarında bu teknoloji kullanıldı.

Aynı mRNA teknolojisi şimdi kanser de dahil olmak üzere diğer hastalıklar için araştırılıyor.

Ödül, İsveç’in başkenti Stockholm’de Nobel Komitesi Başkanı Thomas Perlmann tarafından açıklandı.

Nobel Ödül Komitesi tarafından yapılan açıklamada, “Ödül sahipleri, modern zamanlarda insan sağlığına yönelik en büyük tehditlerden birinin yaşandığı bir dönemde aşı geliştirilmesinde eşi benzeri görülmemiş bir hıza ulaşılmasına katkıda bulunmuşlardır” denildi.

Aşılar, virüs ve bakterileri tanıması ve bunlarla mücadele etmesi için bağışıklık sistemini eğitiyor.

Geleneksel aşı teknolojisi, hastalığa yol açan virüs veya bakterinin ölü veya zayıflatılmış versiyonlarına ya da bazı parçalarının kullanılmasına dayanıyordu.

mRNA aşıları ise virüsün genetik yapısının kopyalanmasını içeriyor.

Ödülü kazanan bilim insanları 11 milyon İsveç kronu (yaklaşık 1 milyon dolar) para ödülünü paylaşacak.

Dr. Kariko ve Weissman 1990’ların başlarında ABD’deki Pennsylvania Üniversitesi’ne çalışırken mRNA teknolojisine ilgileri sebebiyle tanışmışlardı.

Kariko şimdi Macaristan’daki Szeged Üniversitesi’nde, Weissman ise hala Pennsylvania Üniversitesi’nde profesör.

Nobel Tıp Ödülü’nü geçen yıl insanın evrimi konusundaki çalışmaları nedeniyle paleogenetik biliminin kurucularından Svante Paabo kazanmıştı.

Paabo’nun çalışmaları, insanın evrimsel tarihinde yeryüzüne nasıl yayıldığını keşfetmeye yardımcı oldu.

Ekim ayı içinde Fizik, Kimya, Edebiyat, Barış ve Ekonomi dallarında da Nobel ödülleri sahiplerini bulacak.

İsveç kronunun değer kaybetmesi nedeniyle ödül miktarı bu yıl 1 milyon kron artırıldı.

mRNA nedir?

mRNA (messenger RNA veya kurye RNA) olarak bilinen yöntem, aslında virüsün genetik yapısının kopyalanmasına dayanıyor.

Bilim insanları, mRNA tekniğiyle geliştirilmiş aşıların Covid-19 pandemisi için yaygın bir şekilde kullanılmasının başka birçok hastalık için de çığır açıcı bir gelişme olabileceğini söylüyor.

Bu teknik kapsamında, virüsün genetik kodunun bir bölümü alınıyor ve hücrelere nüfuz edilmesi için yağ ile kaplanıyor.

Bu sıvı, insanlara enjekte ediliyor. Böylece virüsten alınan genetik kod insan hücrelerine ulaştırılıyor.

Aşı, hücrelerin koronavirüsün hücreye girmesini sağlayan dikensi proteinin kopyasını üretmesini sağlıyor.

Böylece, bağışıklık sistemi de antikor üretiyor ve T hücreleri de vücudun zararlı olarak algıladığı bu yapılarla mücadele etmeye başlıyor.

Ödülü daha önce kimler kazanmıştı?

Nobel ödülleri, dinamitin mucidi, iş adamı Alfred Nobel’in vasiyetiyle 1901’den beri veriliyor.

Svante Paabo insanın evrimi konusundaki çalışmaları için 2022’de,

David Julius ve Ardem Patapoutian insan vücudunun dokunma ve sıcaklığa duyarlılığını anlamayı sağlayan çalışmaları için 2021’de,

Michael Houghton, Harvey Alter ve Charles Rice Hepatit C virüsünün keşfi için 2020’da

Peter Ratcliffe, William Kaelin ve Gregg Semenza hücrelerin oksijen seviyelerini nasıl algıladığını ve buna nasıl adapte olduğunu keşfettikleri için 2019’da,

James P Allison ve Tasuku Honjo vücudun kendi savunma sistemiyle kanserle nasıl mücadele edebileceğini keşfettikleri için 2018’de,

Jeffrey Hall, Michael Rosbash ve Michael Young insan bedeninin sirkadiyen ritmini keşfettikleri için 2017’da,

Yoshinori Ohsumi hücrelerin atıkları nasıl geri dönüştürdüğünü keşfettikleri için 2016’te,

William C Campbell, Satoshi Ōmura ve Youyou Tu parazitlere karşı geliştirdikleri ilaç için 2015’te Nobel Tıp Ödülü’nü almıştı.

Fergus Walsh | Tıp Editörü

Büyük bir uluslararası deneyin sonucunda, prostat kanseri tedavisi için radyoterapi alan erkeklere, çok daha düşük dozda radyasyon verilebileceği bulundu.

Kanseri başka organlara yayılmamış orta riskli yaklaşık 900 kişi üzerinde yapılan deneyin sonuçlarına göre radyoterapi miktarı yüzde 75 civarında azaltılabilir.

Bu, mevcut uygulamalarda 20 civarında olan radyoterapi seansının beşe düşmesi anlamına gelecek.

Araştırmanın başında bulunan Londra’daki Royal Marsden Hastanesi’nden Prof. Nicholas van As, bunun hastalar için “fantastik olacağını” söylüyor.

İngiltere’de bu alanda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşu Prostate Cancer UK de, daha az radyoterapi yapılması sayesinde sağlık sisteminin üzerindeki baskının azalacağını, para ve zaman tasarrufu yapılacağını belirtiyor.

Yeni yöntemde seans başına verilen radyasyon miktarı artsa da hastalar toplamda daha az radyasyona maruz kalıyor.

Multi-beam (çok atımlı) radyoterapi adı verilen bu yöntemle beş seansa giren erkeklerin yüzde 96’sında kanser yok edilirken 20 doz standart radyoterapi alanlarda bu oran yüzde 95 oldu.

Deneyin sonuçları San Diego’daki Amerikan Tedavisel Radyasyon ve Onkoloji Topluluğu (ASTRO) konferansında bilim dünyasıyla paylaşılacak.

Prof. van As, araştırmalarının radyoterapi uygulamalarında “dev bir değişime yol açacağını” söylüyor.

‘Çok hızlı tedavi gördüm’

64 yaşındaki Alistair Kennedy-Rose 2014’te yaptırdığı bir kan testinde prostat spesifik antijeninin (PSA) yüksek olduğu görülünce prostat kanseri olduğunu öğrendi.

BBC’ye konuşan Kennedy-Rose “Hiçbir belirti yoktu o yüzden kanser olduğumu öğrendiğimde çok şaşırdım” diyor.

Bu deney kapsamında Cyberknife (Siberbıçak) adlı robotik radyoterapi makinasınıyla bir haftada beş seansa giren Kennedy-Rose’a hormon terapisi de verilmedi.

Gördüğü tedaviyiyse şöyle anlatıyor:

“Tedavi çok kolaydı. Yan etkisi de yoktu ve her şey çok hızlı oldu, hayatıma olduğu gibi devam edebildim.

“O kadar hızlı tedavi oldum ki kanser olduğumu içselleştiremedim bile.”

Tedavisinin ardından yıllık testlerde PSA seviyeleri son derece düşük çıkıyor. Doktorları, bunun kanserin geçmesi sayesinde olduğunu düşünüyor.

Doz tasarrufu

Prof. van As İngiltere’deki sağlık sisteminin bu yöntemi hızla benimsemesini umduğunu söylüyor:

“Ülke çapında yüz binlerde radyoterapi seansı tasarrufu sağlanabilir.

“Epeyce baskı altında olan ulusal sağlık sistemi için bu son derece faydalı olacaktır.”

İngiltere’de standart prosedür 20 seanslık radyoterapi içerse de ABD gibi bazı ülkelerde bu 40’a kadar çıkabiliyor.

Deneyin bir diğer önemli özelliği de, katılan 874 erkeğin hiçbirine testosteron baskılayıcı verilmemesiydi.

Prostat kanserine genellikle bu hormon yol açtığı için, hastalara bu tür baskılayıcılar verilebiliyor.

Fakat hormon terapisinin de yorgunluk, sıcak basması ve düşük libido gibi yan etkilere yol açıyor.

Prostate Cancer UK’in araştırma direktörü yardımcısı Simon Grieveson “Bu yeni tedavi yönteminin geleneksel tedavi yönteminin başarı oranına çok daha hızlı ve az seansla ulaşması müthiş” diyor.

Kennedy-Rose, erkeklerin düzenli test yaptırmasını tavsiye ediyor:

“50 yaş üzeri erkeklerin rutin PSA testine girmesi hayati öneme sahip.

“Kanser erken evrede tespit edilirse tedavi en az yan etkiyle uygulanabilir.”

Yunan filozof Aristoteles, astronom Batlamyus ve coğrafyacı Eratosthenes’in tarif ettiği hayali kıtaya, kartograflar Latince “güneydeki bilinmeyen toprak” anlamına gelen Terra Australis Incognita adını vermişlerdi.

Kıtanın, Klasik Yunan döneminde, coğrafi simetri nedeniyle, dünyanın diğer ucunda var olduğuna inanılıyordu.

Hollandalı kaşif Abel Tasman kıtayı bulmak için yola çıkmış ve 1642’de, bugün Yeni Zelanda dediğimiz ada ülkesini keşfetmişti. Ancak bulduğu yer, aradığına kıyasla çok küçüktü.

Zelandiya adındaki bu kıtanın varlığı, bundan 375 yıl sonra ispatlanabilecekti.

Yüzde 94’ü suyun altında olduğu için ilk bakışta görünmez olan kıtaya, Yeni Zelanda yerlileri Mahorilerin dilinde “Māui’nin tepeleri, vadileri ve düzlükleri” anlamına gelen Te Riu-a-Māui ismi verildi.

Māui, Hawaii, Paskalya Adası ve Yeni Zelanda arasındaki alana dağılmış olan adalarda yaşayan Polinezyalılar için mitolojik bir kahraman.

Yeni Zelanda Kraliyet Araştırma Enstitüsü’nden (GNS Science) bilim insanlarının yaptığı yeni araştırma Zelandiya’nın sınırlarını ilk kez detaylarıyla ortaya koyuyor.

Bilimsel yayın Tectonics dergisinde yayımlanan çalışma okyanusun dibinden çıkarılan kaya örnekleri kullanılarak yapıldı.

Araştırma kıtanın tam yüzey alanını ilk kez hesaplayarak beş milyon kilometrekare olduğunu buldu.

Peki neredeyse tamamen okyanusun altındaki Zelandiya nasıl bir kıta sayılabilir?

Bunun jeolojiyle açıklanan bir cevabı var.

Sekizinci kıtanın kökenleri yaklaşık 200 milyon yıl önce parçalara ayrılmaya başlayan ve bugün bildiğimiz kıtaları oluşturan antik süper kıta Gondvana’ya kadar gidiyor.

Zelandiya’nın bundan 80 milyon yıl önce ayrıldığı tahmin ediliyor, ancak komşuları Antarktika ve Avustralya’dan (Okyanusya) farklı olarak sınırlarının büyük bölümü sular altında kaldı.

Kıtanın suyun üstünde kalan bölümleri Yeni Zelanda adaları, Fransa’ya bağlı Yeni Kaledonya, Lord Howe Adası ve doğusundaki volkanik Ball’s Pyramid adasıydı.

Suyun altında olması Zelandiya’nın yeterince araştırılamamasına ve şeklinden sınırlarına farklı konularda tutarsız görüşlerin ortaya atılmasına sebep olmuştu.

Bugüne kadar Zelandiya’nın sadece güneyi haritalanmıştı.

Nick Mortimer öncülüğündeki yeni çalışma kıtanın kalan üçte ikilik bölümünün de haritalanmasını sağladı.

Araştırmanın yazarları, “Bu çalışma, 5 milyon kilometrekarelik Zelandiya kıtasının tamamının jeolojik haritalanmasına yönelik kara ve denizde yapılan araştırmaları tamamlıyor.” ifadelerini kullanıyor.

Araştırma için jeologlardan ve sismologlardan oluşan bir ekip, ada kıyılarından bulunan örneklerin yanı sıra okyanus tabanı delinerek çıkarılan kaya örnekleri ve çökeltiler üzerinde çalıştı.

Bilim insanları bazaltları ve büyüklüklerine göre farklı kumtaşlarını tarihlendirip analiz ettiler. Kumtaşlarının 95 milyon önceki jeolojik dönem olan Geç Kretase’ye ait olduğunu keşfettiler.

Bu taşlar 130 ila 110 milyon yıl önceki Erken Kretase döneminden granit büyük çakılları ve volkanik küçük çakılları muhteva ediyordu.

Bazaltlar 40 milyon yıl önceki Eosen dönemine aitti.

Kayaların tarihlendirilmesi ve manyetik anomalilerin yorumlanması bilim insanlarının Kuzey Zelandiya’daki ana jeolojik noktaları haritalandırabilmesini sağladı.

Avrupa’daki ilk gözlem olarak kayıtlara geçen Abel Tasman’ın 1642’deki keşfinden bu yana, kıtayı arayanlar suları üzerinde yolculuk yaparken aslında Zelandiya’nın üzerinden geçtiklerinden bihaberdiler.

Zelandiya’nın varlığına ilişkin ilk gerçek ipuçları İskoç Doğa Bilimci Sir James Hector tarafından toplandı.

James Hector, Yeni Zelanda’nın güneydoğu kıyısındaki adaları araştırmak üzere bir yolculuğa katılmış ve adaların jeolojisini incelemişti.

Hector, incelemeleri sonucu Yeni Zelanda’nın “güneye ve doğuya doğru uzanan büyük bir kıta alanının tepesini oluşturan ve şu anda sular altında olan bir sıradağın kalıntısı…” olduğunu bulmuştu.

1995’te Amerikalı jeofizikçi Bruce Luyendyk bölgeyi bir kıta olarak tasvir etmiş ve buraya Zelandiya adını vermeyi önermişti.

Yer kabuğu temel olarak ikiye ayrılıyor. Kıtasal kabuk genellikle 40 km derinlikte ve kalınlığı ortalama 10 km civarında olan okyanusal kabuktan belirgin biçimde kalın.

Zelandiya tüm kıtalar gibi sürüklenirken o kadar fazla gerildi ki kabuğu bugün sadece 20 km kalındığına indi.

Nihayetinde bu incecik kıta suya battı. Normal okyanusal kabuğun seviyesine inmese de suyun altında kayboldu.

Bilim insanları kabuğunun kalınlığına ve kayalarının türüne bakarak Zelandiya’nın kıta olduğunu söylüyor.

Bunun bilimsel ilginin ötesinde sonuçları olabilir.

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, ülkelerin yasal sınırlarını, kıyı şeritlerinden 370 km ötedeki Münhasır Ekonomik Bölgelerinin ilerisine taşımak için mineral ve petrol yataklarıyla birlikte “genişletilmiş kıta sahanlığı” talebinde bulunabileceklerini söylüyor.

Yeni Zelanda daha büyük bir kıtanın parçası olduğunu ispat edebilirse sınırlarını altı katına çıkarabilir. Bu da deniz araştırmaları için daha fazla fona erişebileceği anlamına geliyor.

  • Pallab Ghosh
  • Unvan,BBC Bilim Muhabiri

Bilim insanları, Evren ilk oluştuğunda bolca bulunan gizemli antimaddeyle ilgili önemli bir keşif yaptı.

Antimadde, maddenin tam tersi. Evrenimizi oluşturan Büyük Patlama’da eşit miktarlarla ortaya çıktılar. Madde her yerde olsa da, antimaddeyi bulmak çok zor.

Son çalışmada, hem maddenin hem de antimaddenin yerçekimine aynı tepkiyi verdiği keşfedildi.

Fizikçiler, Evrenin nasıl oluştuğunu açıklamak için yıllardır madde ve antimaddenin farklılıklarını ve benzerliklerini bulmaya çalışıyor.

Antimaddenin yer çekimine düşerek değil de, yükselerek tepki verdiği keşfedilseydi, bu fizikle ilgili bildiğimiz her şeyi darmadağın ederdi.

Şimdiyse ilk kez, antimaddenin atomlarının da aşağı doğru düştükleri saptandı. Ancak bu bilimsel bir son değil, aksine yeni deneylerin ve teorilerin kapılarını açıyor. Örneğin, aynı hızda mı düşüyorlar?

Büyük Patlama sırasında madde ve antimaddenin birbirlerini yok etmesi ve ışık dışında bir şey kalmaması gerekiyordu. Neden böyle olmadığı fizik biliminin en büyük gizemlerinden biri ve farklılıklarını keşfetmek çözüm için büyük önemde.

Evrenin oluştuğu o ilk anlarda, madde bir şekilde antimaddeye üstün geldi.

Dünyanın en büyük fizik laboratuvarı, İsviçre’deki CERN’den Dr. Danielle Hodgkingson, antimaddenin yer çekimine nasıl tepki verdiğinin gizemi çözmenin anahtarı olabileceğini söylüyor.

Hodgkingson, “Evrenimizde maddenin nasıl üstün geldiğini anlayamıyoruz. Dolayısıyla, deneylerimizin motivasyonu bu” diyor.

Evrendeki antimadde sadece bir anlığına, saniyenin bir kısmında var oluyor. Dolasıyla, CERN ekibinin antimaddeyi istikrarlı ve daha uzun süreli bir hale getirmesi gerekiyordu.

Prof. Jeffrey Hangst, atom altı parçacıklarından binlerce antimadde atomu toplayıp, bir yerde tutup, yer çekimine tepkisini görebilmeyi sağlayacak bir tesis kurabilmek için 30 yılını harcadı.

Hangst, “Antimadde aklınıza getirebileceğiniz en havalı, en gizemli şey. Anlayabildiğimiz kadarıyla, sadece antimaddeden yapılmış bir evren inşa edebiliriz. Bu meseleyi ele almak ilham verici bir şey. Antimaddenin ne olduğu ve nasıl davrandığı konusundaki en temel sorulardan biri” diyor.

Antimadde nedir?

Maddenin ne olduğuyla başlayalım: Dünyamızdaki her şey maddeden, atom adı verilen küçük parçacıklardan oluşuyor.

En basit atom hidrojen atomu. Güneş büyük ölçüde hidrojen atomlarından oluşuyor. Bir hidrojen atomu, bir pozitif yüklü proton yörüngesinde dönen negatif yüklü elektrondan oluşuyor.

Antimaddede ise elektrik yükleri tam tersi.

Örneğin, hidrojenin antimadde versiyonu olan antihidrojen CERN’deki deneylerde kullanıldı. Negatif yüklü yüklü bir proton (antiproton) yörüngesinde dönen pozitif yüklü bir elektron (pozitron) var.

Bu antiprotonlar CERN’deki hızlandırıcılarda partiküllerin çarpıştırmasıyla oluşturuldu. Antimadde laboratuvarına borular aracılığıyla, ışık hızına yakın bir hıza ulaştılar. Bu, araştırmacıların kontrolü ele alabilmesi için fazla yüksek bir hızdı.

İlk aşamada bir halkanın etrafında döndürülerek yavaşlatılıyorlar. Bu enerjilerini çekiyor ve daha yönetilebilir hızlara düşüyorlar.

Antiprotonlar ve pozitronlar daha sonra dev bir mıknatısa gönderiliyor ve burada karışıp binlerce antihidrojen atomu oluşturuyorlar.

Mıknatıs, antihidrojeni tutan bir manyetik alan yaratıyor. Antimadde içinde bulunduğu konteynerin kenarına dokunursa anında yok oluyor, çünkü antimadde bizim dünyamızla temastan sağ çıkamıyor.

Manyetik alan kapatıldığında, antihidrojen atomları serbest bırakılıyor. Daha sonra da sensörler aşağı mı yukarı mı gittiklerini saptıyor.

Bazı teorisyenler daha önce de antimaddenin yer çekimiyle karşılaştığında düşeceğini tahmin etmişti. Özellikle de Albert Einstein 100 yıldan uzun süre önce İzafiyet Teorisi’nde antimaddenin de tıpkı madde gibi tepki verip aşağı düşmesi gerektiğini söylemişti.

CERN’deki araştırmacılar böylece çok daha büyük bir netlikle Einstein’ı doğrulamış oldu.

Ancak antimaddenin yer çekimi karşısında yukarı değil de, aşağı doğru düşmesi, maddeyle aynı hızda düştüğü anlamına gelmiyor.

Araştırmanın bir sonraki adımı için ekip deneylerini güncelleyip, daha hassas bir hale getiriyor. Amaç antimadde yer çekimi karşısında düşerken maddeyle arasında küçük bir hız farkı olup olmadığını bulmak.

Öyleyse, en büyük soru, Evrenin nasıl oluştuğu yanıt bulabilir.

Araştırmalar dünya genelinde her yıl 800 bin kadının uygun bakımdan mahrum bırakıldıkları için gereksiz yere öldüğünü ortaya koyuyor. Sağlık uzmanları eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için kadınlara özgü önemli faktörleri gözeterek kansere “feminist bir yaklaşım” çağrısında bulunuyor.

Kanser, kadınlarda en yaygın üç ölüm nedeninden biri.

Uluslararası tıp dergisi Lancet’de yayımlanan bir rapora göre, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılık, kadınların kanser risklerinden kaçınma fırsatlarını azaltıyor ve zamanında teşhis ve kaliteli bakım almalarını engelliyor.

İngiliz Guardian gazetesinin yer verdiği rapor, 185 ülkede kadınları ve kanseri inceliyor ve toplumdaki eşitsiz güç dinamiklerinin kadınların kanseri önleme ve tedavi deneyimleri üzerinde “olumsuz etkileri” olduğunu ortaya koyuyor.

Araştırma, kanser ölümlerinde akciğer ve kolorektal (kalın bağırsağın kolon ve rektum kısımları) kanser ilk üçte yer almasına rağmen, meme ve rahim ağzı gibi “kadın kanserlerine” odaklandı.

Rapora göre, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri kadınların kanser araştırmaları, uygulama ve politika oluşturma alanlarında lider olarak mesleki ilerlemelerini de engelliyor ve bu da kadın merkezli kanser önleme ve bakımındaki eksikliklerin sürmesine neden oluyor.

Raporu hazırlayan Lancet Komisyonu, cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak için kanser tedavisinde yeni bir feminist yaklaşım çağrısında bulunuyor.

Komisyondan Dr. Ophira Ginsburg, “Ataerkil toplumun kadınların kanser deneyimleri üzerindeki etkisi büyük ölçüde göz ardı ediliyor” diyor ve ekliyor.

“Dünyada, kadın sağlığı genellikle üreme ve anne sağlığına odaklanıyor; bu, kadınların toplumdaki değer ve rollerine ilişkin dar anti-feminist tanımlarla uyumlu, kanser temsiliyeti ise yetersiz.”

“Komisyonumuz, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin kadınların kanserle ilgili deneyimlerini önemli ölçüde etkilediğini vurguluyor. Bunu ele almak için kanserin kadın sağlığında öncelikli bir konu olarak görülmesi ve kansere feminist bir yaklaşımın derhal uygulamaya konması çağrısında bulunuyoruz.”

Lancet Global Health (Küresel Sağlık) dergisinde yayınlanan başka bir çalışma, 2020 yılında 70 yaşın altındaki kadınlarda kanser nedenli 1,5 milyon erken ölümün, temel risk faktörlerine maruz kalmanın ortadan kaldırılması veya erken teşhis yoluyla önlenebileceğini öne sürüyor.

30 ila 69 yaş arasındaki kadınlar arasında kanserden kaynaklanan erken ölümleri analiz eden araştırma, tüm kadınların optimal kanser bakımına erişimi halinde her yıl 800 bin hayatın kurtarılabileceğini ortaya koyuyor.

2020’de her yaştan yaklaşık 1,3 milyon kadın, kanser için başlıca dört risk faktörü olan tütün, alkol, obezite ve enfeksiyonlar nedeniyle hayatını kaybetti. Ancak rapora göre, bu dört risk faktörünün kadınlarda neden olduğu kanser yükü yeterince bilinmiyor.

Komisyondan Dr. Isabelle Soerjomataram’a göre, “Kadınlarda kanserle ilgili tartışmalar genellikle meme ve rahim ağzı kanseri gibi ‘kadın kanserlerine’ odaklanıyor. Ancak her yıl 70 yaşın altındaki yaklaşık 300 bin kadın akciğer kanserinden ve 160 bin kadın da kolorektal kanserden ölüyor. Bu rakamlar küresel olarak kadınlar arasında kanserden ölümlerin ilk üç nedeninden ikisi.”

2020 yılında 50 yaşın altında kanser teşhisi konulan 3 milyon yetişkinin üçte ikisi kadındı.

Komisyondan Dr. Verna Vanderpuye, “Kanser kadınlarda önde gelen bir ölüm nedeni. Burada kadınlara özgü önemli faktörler var; bunları feminist bir yaklaşımla ele alarak kanserin herkes için etkisini azaltacağımıza inanıyoruz” diyor.

Komisyon, bu alanda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin ortadan kaldırılması için şu tavsiyelerde bulunuyor:

  • Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet konusu kanserle ilgili tüm politika ve kılavuzlara dahil edilmeli
  • Kadınların kanser risk faktörleri ve semptomları konusunda farkındalığını artırmayı hedefleyen stratejiler belirlenmeli
  • Kanserin erken teşhisi ve tedavisine eşit erişimin sağlanması

Ulusal Kanser Enstitüsü Direktörü Dr. Monica Bertagnolli, “Kadınlar için iyileştirilmiş sonuçlar hane halkları ve toplum için faydaya dönüşür” dedi.

ABD Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi (NSIDC), uydu görüntülerinin Antarktika çevresindeki deniz buzu seviyesinin mevsimsel olarak rekor düşük seviyeye gerilediğini gösterdiğini açıkladı.

Şu an kış olan Antarktika’da normalde bu dönemde deniz buzlarının yılın en geniş seviyesinde olması gerekiyor. Ancak araştırmalar, kayıtların tutulmaya başladığı 1979’dan bu yana buz miktarının dönemsel olarak en düşük seviyeye indiğini gösteriyor.

Buz miktarının zirve yaptığı 10 Eylül günü deniz buzlarının kapladığı alan yaklaşık 16,96 milyon kilometrekareye ulaştı.

Bundan önceki en düşük kış buzu miktarı 1986 yılında kaydedilmişti. 10 Eylül’de kaydedilen verilerdeyse, 1986’ya kıyasla, buz oranının bir milyon kilometrekare daha az olduğu görüldü. Bu, neredeyse Mısır’ın yüzölçümüne eşit.

Bulgular iklim değişikliğinin Güney Kutbu üzerindeki etkilerine dair bilim insanlarının endişelerini artırdı.

Bilim insanları Antarktika çevresindeki deniz buzunun, kıtanın yaz mevsimini yaşadığı yıl başındaki büyük erimeden sonra yeniden eski haline dönemediğini söylüyor. Kıtanın yaz mevsiminde kaydedilen deniz buzu miktarı da bu yıl tarihin en düşük seviyesindeydi.

Denizdeki buz kütlelerinin erimesi penguen ve bölgedeki diğer hayvanların üremesi üzerinde doğrudan etkili oluyor.

Bu buz kütleleri deniz suyundan oluştuğu için, erimeleri okyanusların su seviyesini etkilemiyor.

Ancak denizlerdeki beyaz tabakanın eksikliği, Dünya’dan uzaya yansıtılan güneş ışığının azalmasına neden olduğundan, küresel ısınma üzerinde olumsuz etkisi oluyor.

  • Rachel Schraer
  • Unvan,Sağlık ve Dezenformasyon Muhabiri

Facebook ve Telegram’da “mikrop inkarcılığı” gruplarının 10 binlerce üyesi var. Üyelerin bazıları virüslerin var olmadığına, bazıları da mikropların var olduğuna ancak hastalıklara neden olmadığına inanıyor.

“Uzun yıllar boyunca alternatif tıpla ilgilendim. Daha sonra koronavirüs ile birlikte ilgim yeni bir seviyeye çıktı.”

Sözler Güney Afrika’nın Cape Town kentinde bir natüropati uzmanı, yani doğal teknikleri uygulayan bir terapist olan Veronica Haupt’e ait.

Veronica’nın tanıdık bir hikayesi var. Önce sağlık konusuyla ilgiliydi ve alışılagelmişin dışındaki tedavi yöntemlerini okumaktan keyif alıyordu. Ardından Covid-19 aşısının içeriğinden ve bazı iş yerlerinin aşıyı zorunlu tutmasından şüphe etmeye başladı.

Hikayesinin sağlık konusuna ilgi duyan birçok kişininkinden ayrıştığı bölüm de böyle başlıyor.

“Bence insandan insana geçtiği söylenen bütün bir bulaşıcı hastalık fikri kesinlikle çok uzun zamandır insanlığa anlatılan bir masal” diyor.

Veronica, kendisi gibi mikropların var olduğuna inanmayan insanların olduğu çevrim içi bir grubun üyesi. Aksi bilimsel kanıtlara rağmen grup gün geçtikçe büyüyor.

Sosyal medyada yapılan bir analiz “mikrop inkarcıları”nın İngilizce karşılığı olan germ deniers anahtar kelimesi arandığında, bu konunun 2020’den önce neredeyse hiç konuşulmadığını, Covid-19 pandemisiyle gündeme geldiğini gösteriyor.

Ancak konu pandeminin sonra ermesiyle rafa kalkmadı. Aksine sürekli artan miktarda bahse konu oldu ve anahtar kelime kullanımı 2023’te son üç yılın toplamını geçti.

Facebook ve Telegram’da on binlerce üyesi olan mikrop inkarcılığı grupları var. Bazıları virüslerin var olmadığına, bazıları da mikropların var olduğuna ancak hastalıklara neden olmadığına inanıyor.

İnkarcıların birçoğu inançlarını 1800’lerde ortaya atılmış ancak geçersizliği kanıtlanmış bir teoriye dayandırıyor.

O dönemde mikropların hastalıklara sebep olduğu kanıtlanmış olsa da, Fransız bilim insanı Antoine Bechamp’ın arazi teorisini ortaya atması, mikroplar ve hastalıklar arasındaki ilişkinin sorgulanmasına neden oldu. Teoriye göre mikroplar sadece sağlıksız bir bedene girdiğinde hastalığa sebep olan mutantlara dönüşen zararsız varlıklardı.

Bechamp’ın teorisi mikropların hastalıklara sebep olduğunu gösteren sayısız kanıtın ortaya atılmasıyla çürütüldü.

Mikrop inkarcılığının 19. yüzyıldan kalma bir teoriye bağlılıktan çok, ana akım herhangi bir şeyin tamamen reddedilmesiyle ilgisi var gibi görünüyor.

Hükümetler ya da sağlık kurumlarından bir açıklama geldiğinde, bunun sorgusuz sualsiz yanlış olduğuna dair yayılan bir inanç var.

Bu, hükümetleri sorgulamanın yanlış olduğu anlamına gelmiyor.

YouTube’da eğitici içerikler yayımlayan Moleküler Biyolog Dr. Dan Wilson, bu bilim dışı iddiaların geniş tanımıyla “sağlık” başlığı altında yer aldığını söylüyor.

‘Biyolojinin düz dünyacıları’

Bu tanım diyet, egzersiz ve diğer pratiklerle fiziksel ve psikolojik olarak iyi olma hali arayışını da kapsıyor.

Bu arayıştakiler “doğal olmadığı için” genellikle ilaç kullanmama eğilimindeler. Bu eğilimi destekleyen milyonlarca sosyal medya paylaşımı var.

Dr. Wilson, bu arayışın insanlara hakimiyet duygusu verdiğine dikkat çekiyor. Ne tükettiğinizi değiştirerek, sadece hastalıklardan korunduğunuza değil, aynı zamanda hayatınızı en iyi şekilde yaşayabildiğinize inandırıyor; “Mikrop inkarcılığına kadar gitmesi gerekmiyor. Sadece bazı vitaminlerin ya da belirli bir yaşam biçiminin hastalıkları engellediği fikri” diyor.

Bütün hastalıklar mikrop kaynaklı değil. Ancak Veronica, herhangi bir bilimsel dayanağı olmadan, bütün hastalıkların vücudumuza giren toksinlerden, kirlilikten ya da elektromanyetik dalgalardan kaynaklandığını düşünüyor.

Danışanlarına, “Sağlıklı olmak doktorunuzun değil, sizin elinizde” diyor.

Facebook’ta mikrop inkarcılığı gruplarının en büyüğünde üyelerin doktorlardan, ilaçlardan ve aşılardan nasıl korunacağına dair tavsiyeler de paylaşılıyor.

Grubun 2019’da 150 olan üye sayısı bugün 30 bini geçti.

Dr. Wilson, “Mikrop inkarcılığı ve aşı karşıtlığı grupları kesinlikle birçok kesişime sahip. Hatta mikrop inkarcılarının aşı karşıtı çemberin içinde yer aldığını söyleyebilirim” diyor ve ekliyor:

“Onlara biyolojinin düz dünyacıları diyorum çünkü onlara benzer şekilde Dünya’nın yuvarlak olduğunu gösteren fotoğrafları gördükleri halde bunu inkar etmeye devam ediyorlar.

“Virüsü bir hayvana bulaştırıp onu hasta edebiliriz. Aynı genetik dizilimi insanlarda da bulup kişiden kişiye nasıl bulaştığını takip edebilir ve hastalığın nasıl yayıldığını izleyebiliriz.”

Virüsler ve diğer mikropların mikroskopta göründüğünü söyleyen Dr. Wilson şöyle devam ediyor:

“Ancak bu kanıt zenginliğine rağmen mikrop inkarcılığının farklı türleri kitleler arasında yayılıyor. Örneğin HIV’nin AIDS’e neden olmadığı fikri gittikçe yaygınlaşıyor ve ana akım bir komplo teorisi haline gelmesinden çekiniyorum”.

2000’li yılların başında, Veronica’nın memleketi Güney Afrika’da, dönemin Devlet Başkanı Thabo Mbeki, AIDS’in HIV virüsünden kaynaklandığını reddetmişti.

Mbeki, virüsün vücutta çoğalmasını durduran hayat kurtarıcı antiretroviral ilaçların tedariğine de yanaşmamıştı.

Harvard Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, bu tutumu 300 binden fazla ölümün önlenememesiyle sonuçlandı.

Güney Afrika’da HIV’in önlenmesi ve tedavisi konusunda sahada çalışan insanlar, bugünkü durumun 20 yıl öncesinden farksız olduğunu söylüyor.

AIDS inkarcılığı karşı karşıya oldukları en büyük sorun değil.

Ancak yavaş yavaş yükselen şüphe dalgası, Roberto Pereira gibi HIV araştırmacılarının ürpermesine neden oluyor:

“Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum, özellikle de bu ülkede bu kadar çok acıya neden olmuşken. Gerçekten kanımı donduruyor” diyor ve ekliyor:

“Tarihin tekerrür ettiğini görmek istemezsiniz ama görünen o ki tarih sık sık tekerrür ediyor.”

Jonathan Amos | BBC Bilim Muhabiri

NASA’nın Osiris-Rex kapsülü, bir asteroitten aldığı toz örnekleriyle Pazar günü mermiden 15 kat daha hızlı bir şekilde Dünya atmosferine girerek güvenli bir şekilde iniş yaptı.

Bir araba lastiği büyüklüğündeki kapsül, saniyede 12 kilometrelik hızıyla gökyüzünde bir ateş topu oluşturdu. Kapsülün hızı, ısı kalkanı ve paraşütlerle yavaşlatıldı ve ABD’nin Utah eyaletinde Batı Çölü’ne yumuşak iniş yaptı.

Kapsülün getirdiği yaklaşık 250 gram ağırlığındaki örnekler, analiz edilmek üzere Teksas’taki Johnson Uzay Merkezi’ne götürüldü.

Dağ büyüklüğündeki asteroit Bennu’dan aldığı bir avuç tozu getirecek kapsülün, en derin sorulara yanıt vermesi bekleniyor: Nereden geliyoruz?

Misyonun baş araştırmacısı Profesör Dante Lauretta, “Asteroit Bennu’dan 250 gramlık numuneyi Dünya’ya getirdiğimizde, gezegenimizden önce var olan malzemeye, hatta belki de Güneş Sistemimizden önce var olan bazı taneciklere bakıyor olacağız” diyor.

“Başlangıcımızla ilgili ipuçlarını bir araya getirmeye çalışıyoruz. Dünya nasıl oluştu ve neden yaşanabilir bir dünya haline geldi? Okyanuslar suyunu nereden aldı; atmosferimizdeki hava nereden geldi; ve en önemlisi, Dünya’daki tüm yaşamı oluşturan organik moleküllerin kaynağı nedir?”

Bilim insanlarının genel kanısı, önemli bileşenlerin birçoğunun aslında gezegenimize erken dönemlerinde çarpan asteroitlerle taşındığı yönünde.

Güneş Sistemi’nin yaklaşık 4,6 milyar yıl önce oluştuğu hesaplanıyor.

Bennu 500 metre büyüklüğünde bir asteroit. Buradan parçalar getirme arayışı 2016’da NASA’nın Osiris-Rex sondasını fırlatmasıyla başladı. Cisme ulaşmak iki yıl sürdü. Görev ekibinin asteroit yüzeyinden “toprak” örneği almak için güvenli bir yer belirleyebilmesi için de iki yıl daha haritalama yapılması gerekti.

Bu konuda kilit isim efsane İngiliz rock grubu Queen’in gitaristi Dr. Brian May oldu. May astrofizikçi ve stereo görüntüleme konusunda uzman.

May ve ekip arkadaşı Claudia Manzoni Bennu’daki olası alanların yerlerini belirlediler.

Brian May BBC’ye verdiği demeçte şunları söyledi:

“Her zaman bilimin yanı sıra sanat da gerekir. Uzay gemisinin düşme ihtimalinin olup olmadığını ya da nihai olarak seçilen Nightingale adlı bölgenin hemen kenarında bulunan ‘kıyamet kayasına’ çarpıp çarpmayacağını bilmek için araziyi hissetmeniz gerekir. Böyle bir şey olsaydı felaket olurdu.”

Londra Doğa Tarihi Müzesi’nden Dr. Ashley King ilk analizi yapan ekipte olacak.

“Bir asteroitten örnek getirmek çok sık yaptığımız bir şey değil. Bu yüzden ilk ölçümleri gerçekten iyi yapmak önemli. Bu inanılmaz derecede heyecan verici” diyor.

Su eşleşmesine bakılacak

NASA, Bennu’yu Güneş Sistemi’ndeki en tehlikeli kaya olarak görüyor. Uzayda izlediği yol nedeniyle, bilinen asteroitler arasında Dünya’ya çarpma olasılığı en yüksek olanı.

Ancak çarpma ihtimali çok düşük; yazı tura atıp arka arkaya 11 kez aynı yüzün denk gelmesi ihtimali kadar. Herhangi bir çarpışmanın da önümüzdeki yüzyılın sonlarına kadar gerçekleşme ihtimali görülmüyor.

Bennu muhtemelen minerallerine bağlı çok miktarda su içeriyor (ağırlık olarak %10 kadar). Bilim insanları bu sudaki farklı hidrojen atomu türlerinin oranının Dünya okyanuslarındakine benzer olup olmadığına bakacaklar.

Bazı uzmanlar Dünya’nın ilk dönemlerinde çok sıcak olduğu için suyunun çoğunu kaybettiğine, daha sonraki göktaşı yağmurlarının okyanusların hacminin genişlemesinde önemli rol oynadığına inanıyor. Bennu ile su eşleşmesi bulunursa (2 Hidrojen ve 1 Oksijen atomu – H₂O) bu fikir desteklenmiş olacak.

Peki bu araştırmalar için 250 gramlık numune yeterli olacak mı?

NASA’nın Teksas’taki Johnson Space Merkezi’nin baş mühendislerinden Eileen Stansbery, “Çok küçük parçacıkları bile çok büyük çözünürlükte inceleyebiliyoruz, bir nesneyi nano boyutlarda inceleyebiliyoruz. Bu yüzden 250 gramlık numune aslında çok büyük” dedi.

Karbon

Bennu muhtemelen ağırlıkça yaklaşık % 5-10 oranında karbon da içeriyor. Asıl ilgi de burada yatıyor. Gezegenimizdeki yaşam organik kimyaya dayanıyor. Dünya’nın ilk dönemlerinde yaşamı başlatmak için suyun yanı sıra karmaşık moleküllerin de uzaydan gelmesi mi gerekmişti?

Londra Doğa Tarihi Müzesi’nden Profesör Sara Russell, “Örnek üzerinde yapılacak ilk analizlerden biri, içerdiği tüm karbon bazlı moleküllerin listesi olacak” diyor.

“Meteoritlere bakarak asteroitlerin çok sayıda farklı organik molekül içerdiğini biliyoruz. Ancak meteoritler genellikle çok kirlidir ve bu nedenle bu numune dönüşü bize Bennu’nun bozulmamış organik bileşenlerinin ne olduğunu gerçekten bulma şansı veriyor.”

Profesör Lauretta da şunu ekliyor: “Aslında bu kirlenme sorunu nedeniyle meteoritlerde proteinlerde kullanılan amino asitleri hiç aramamıştık. Bu nedenle, dışsal dağıtım hipotezi olarak adlandırdığımız, bu asteroitlerin proteinlerin kaynağı olduğu fikrine ilişkin anlayışımızı gerçekten ilerleteceğimizi düşünüyoruz.

 

  • eorgina Rannard, Becky Dale ve Erwan Rivault
  • Unvan,BBC İklim, Bilim ve Veri Muhabirleri

Antarktika’dan alınan uydu verileri, kışın bölgedeki deniz buzu seviyesinin, küresel ısınma nedeniyle mevsim ortalamasının çok altında olduğunu ortaya çıkardı. Uzmanlara göre bu, bir zamanlar küresel ısınmaya dirençli görünen bölge için endişe verici.

Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi’nde (NSIDC) buzulları izleyen Walter Meier, “Bu şimdiye kadar gördüklerimizden çok farklı, neredeyse akıllara durgunluk verici seviyede” diyor.

Uzmanlar, Antarktika’nın buzul düzeninin bozulmasının geniş kapsamlı sonuçlara yol açabileceği konusunda uyarıyor.

Antarktika’nın devasa beyaz buz örtüsü, Güneş’in enerjisini atmosfere geri yansıtarak ve aynı zamanda altındaki ve yakınındaki suyu soğutarak gezegenin sıcaklığını düzenliyor.

Uzmanlar, bu buzullar olmasa Antarktika’nın buzdolabı etkisinden ziyade radyatör etkisi yaratacağını söylüyor.

Antarktika Okyanusu’nun yüzeyindeki deniz buzunun büyüklüğü şu anda 17 milyon kilometrekareden az. Bu, Eylül ayı ortalamasından 1,5 milyon kilometrekare daha az ve önceki kış seviyelerinin çok altında.

Dr. Meier, deniz buzullarının önemli ölçüde yeniden oluşacağı konusunda iyimser değil.

Bilim insanları hala bu yılki deniz buzulu seviyesinin azalmasına neden olan tüm faktörleri belirlemeye çalışıyor ancak Antarktika’daki zorlu koşullar araştırma yapmayı da zorlaştırıyor.

Çok sayıda küresel sıcaklık ve okyanus sıcaklığı rekorunun kırıldığı 2023 yılında bazı bilim insanları özellikle deniz buzulu seviyesindeki düşüşe dikkat edilmesi gerektiğini vurguluyor.

Antarktika Yarımadası’nda yer alan Manitoba Üniversitesi’nden Dr. Robbie Mallett, “Deniz buzulunun ne kadar hassas olduğunu görüyoruz” diyor.

Mallett’in ekibi halen Antarktika’daki çalışmalarını sürdürmek için izolasyon, aşırı soğuk ve güçlü rüzgar gibi koşullarla mücadele ediyor.

Bu yıl görülen ince deniz buzulu tabakası ise işlerini daha da zorlaştırıyor.

Mallett, “Bu tabakanın kırılıp bizimle birlikte denize sürüklenme riski var” diyor.

Antarktika’daki deniz buzulları Güney Yarımküre’nin kış aylarında, yani Mart-Ekim arasındaki süreçte oluşuyor ve yaz aylarında büyük ölçüde eriyor.

Bu buzullar aynı zamanda buzdağlarından, kara buzlarından ve dev buz raflarından oluşan, birbirine bağlı bir sistemin parçası.

Deniz buzulları, karayı kaplayan buz için koruyucu bir kılıf görevi görüyor ve okyanusun ısınmasını engelliyor.

İngiltere Antarktika Araştırması’ndan Dr. Caroline Holmes, deniz buzulu seviyelerindeki düşüşün etkilerinin yaz dönemine geçişte görülebileceğini söylüyor.

Deniz buzulları eridikçe okyanusun karanlık bölgeleri ortaya çıkıyor ve güneş atmosfere yansıtılmadan emiliyor.

Bilim insanlarının “buz-albedo” etkisi ismini verdiği bu olayda deniz ısınıyor, bu da daha fazla buzulun erimesine yol açıyor.

Bu olay Antarktika’nın küresel sıcaklık düzenleyicisi rolünün önüne geçerek gezegenin daha fazla ısınmasını beraberinde getirebiliyor.

“Antarktika devini uyandırıyor muyuz?” diye soran Exeter Üniversitesi’nden Buzulbilimci Prof. Martin Siegert şöyle devam ediyor:

“Bu dünya için tam anlamıyla felaket olur.”

Leeds Üniversitesi’nden Yer Bilimci Prof. Anna Hogg, Antarktika’nın buz tabakalarında görülen azalmanın, en kötü senaryo aralığında olduğuna dair işaretler bulunduğunu söylüyor.

1990’lı yıllardan bu yana Antarktika’daki kara buzlarında görülen kayıp, deniz seviyesinin 7,2 mm yükselmesine neden oldu.

Deniz seviyesindeki en ufak artış bile kıyıda yaşayan toplulukları tamamen yok edebilecek derecede tehlikeli fırtına olaylarına neden olabiliyor.

Önemli miktarda kara buzu erimeye başlarsa etkileri dünya çapında milyonlarca insan tarafından hissedilecek.

‘Burada aşırı hava olayları yaşanacağını hiç tahmin etmedik’

Denizle çevrili bir kıta olan Antarktika’nın kendi hava ve iklim sistemi var.

2016 yılına kadar Antarktika’nın deniz buzu oranı kış aylarında artıyordu.

Ancak Mart 2022’de bir aşırı sıcak hava dalgası Doğu Antarktika’yı vurunca sıcaklık -10 dereceye yükseldi. Normal şartlarda sıcaklığın -50 derece olması gerekirdi.

Prof. Siegert, “30 yıl önce Antarktika’yı incelemeye başladığımda orada aşırı hava olaylarının olabileceğini hiç düşünmemiştik” diyor.

Deniz buzu seviyeleri Şubat 2023 de dahil olmak üzere son yedi yılın üçünde rekor kırarak azaldı.

Bazı bilim insanları düşük buzul seviyesinin kıtanın iklim koşullarında temel bir değişimin meydana geldiğinin göstergesi olabileceğine inanıyor.

Antarktika’nın uzaklığı ve tarihsel bilgi eksikliği, pek çok şeyin hala bilinmediği anlamına geliyor.

Dr. Robbie Mallett’a göre bölge bilimsel açıdan hala “vahşi batı” diye nitelendirilebilir.

Bilim insanları deniz buzunun ne kadar uzandığını bilse de kalınlığını henüz bilmiyor.

Bu eksik bilgi, bölgenin iklim modellerini kökten değiştirebilir.

Rothera bilimsel üssünde çalışan Dr. Mallett, Defiant adlı uluslararası bir araştırma projesi kapsamında deniz buzu kalınlığını incelemek için radar cihazları kullanıyor.

Mallett ve bazı diğer bilim insanları hala kış aylarında buzların yok olmasının nedenlerini arıyor.

Birçok doğal faktörün birikmiş olabileceği ve bölgeyi aynı anda etkiliyor olabileceğine işaret eden Mallett,”Bunun doğal bir değişkenliğin gerçekten garip bir sonucu olma ihtimali var” diyor.

Bilim insanları, bu yıl okyanusların rekor seviyede ısınmasının muhtemelen katkıda bulunan faktörler arasında olduğunu düşünüyor. Ne de olsa sıcak su donmuyor.

Ayrıca okyanus akıntılarında ve Antarktika’da sıcaklıkları belirleyen rüzgarlarda da değişiklikler meydana gelmiş olabilir.

Şu anda Pasifik’te görülen El Niño hava olayı da katkıda bulunuyor olabilir.

Dr. Mallett, “Endişelenmek için çok çok iyi nedenler var. Bu, son 40 yıldır görülmeyen ve şimdi ortaya çıkan, Antarktika’daki iklim değişikliğinin gerçekten endişe verici bir işareti” diyor.

Victoria Gill | BBC Bilim Muhabiri

Zambiya’da bir nehir kıyısında bulunan yaklaşık 500 bin yıllık kütükler, arkeologların eski insanların yaşamına dair düşüncelerini değiştirdi.

Araştırmacılar, ahşabın neredeyse yarım milyon yıl önce bir yapı inşasında kullanıldığına dair kanıtlar buldu.

Nature dergisinde yayımlanan bulgular, taş devri insanlarının barınaklara benzer yapılar inşa etmiş olabileceğini gösteriyor.

Arkeolog Larry Barham, “Bu bulgu, ilk atalarımız hakkındaki düşüncelerimi değiştirdi” dedi.

İngiltere’de Liverpool Üniversitesi’nden Profesör Barham, İnsanlığın Derin Kökleri (Deep Roots of Humanity) projesi kapsamında çıkarılan keresteyi inceledi.

Bu keşif, eski insanların basit ve göçebe bir yaşam sürdüklerine dair mevcut inancı değiştirebilir.

Barham, “Ahşaptan yeni ve büyük bir şey yaptılar. Zekalarını, hayal güçlerini ve becerilerini kullanarak daha önce hiç görmedikleri, daha önce hiç var olmamış bir şey yarattılar” dedi.

Araştırmacılar ayrıca kazma sapları da dahil olmak üzere eski ahşap aletler ortaya çıkardı. Ancak onları en çok heyecanlandıran şey, birbirine dik açıyla duran iki tahta parçası oldu.

Galler’de Aberystwyth Üniversitesi’nden arkeolog Profesör Geoff Duller buluntuyu şu ifadelerle açıkladı:

“Biri diğerinin üzerinde duruyor ve her iki tahta parçasında da çentikler var. Bu çentiklerin taş aletlerle kesildiği görülüyor. Bu sayede iki kütük birbirine geçerek inşaat nesneleri haline geliyor.”

Daha kapsamlı analizler, kütüklerin yaklaşık 476 bin yıllık olduğunu doğruladı.

Zambiya’daki Livingstone Müzesi’nden araştırmacı Perrice Nkombwe, “Ahşap işlemenin bu kadar köklü bir gelenek olduğunu bilmek beni çok şaşırttı. Olağanüstü bir şeyi ortaya çıkardığımızı fark ettim” dedi.

Şimdiye kadar, insanların ahşap kullanımına dair kanıtlar ateş yakmak ve kazma sapı ve mızrak gibi aletlerle sınırlıydı.

Lüminesans tarihleme

En eski ahşap buluntulardan biri, 1911 yılında Essex bölgesinde Clacton-on-Sea’deki tarih öncesi kumlarda bulunan 400 bin yıllık bir mızraktı.

Ahşap, çok özel koşullarda korunmadığı sürece kolay çürüyen bir malzeme.

Ancak Zambiya-Tanzanya sınırına yakın Kalambo Şelaleleri’nin yukarısındaki kıvrımlı nehir kıyılarındaki özel bataklık koşulları, buluntu keresteyi binlerce yıl boyunca muhafaza etmişti.

Ekip, lüminesans tarihleme yöntemini kullanarak kerestenin gömülü olduğu toprak katmanlarının yaşını ölçtü.

Kaya parçacıkları zaman içinde çevreden doğal radyoaktiviteyi emerek, Profesör Duller’ın deyimiyle küçük piller gibi şarj olur.

Ve bu radyoaktivite, parçacıklar ısıtılarak ve yayılan ışık analiz edilerek ölçülebilir.

Bu radyometrik tarihleme yöntemi kesin bilgi veriyor.

Küçüğü yaklaşık 1,5 metre olan iki kütüğün boyutları, onları bir araya getiren kişinin önemli bir şey inşa ettiğini gösteriyor.

Ekip, bunun bir kulübe ya da kalıcı bir konut olma ihtimalinin düşük olduğunu, ancak bir barınak için kurulan bir platformun parçası olabileceğini söylüyor.

Duller’a göre, “Nehir kenarında oturmak ve balık tutmak için bir tür yapı olabilir. Ancak tam olarak ne olduğunu söylemek zor”.

Yapıyı hangi eski insan türünün – ya da hominidin – inşa ettiği de belirsiz.

Bu bölgede şimdiye kadar hiç kemik bulunmadı.

Ancak en eski modern insan (Homosapien) fosilleri yaklaşık 315 bin yıl öncesine ait. Ahşap yapı ise bundan çok daha eski.

Ahşap işleme geleneği

Profesör Duller, “Homo sapien olabilirdi ama henüz o çağa ait fosiller keşfetmedik” dedi ve ekledi:

“Ancak farklı bir tür de olabilir; Homo erectus veya Homo naledi. O dönemde Güney Afrika’da çok sayıda hominid türü vardı.”

Analiz ve muhafaza için İngiltere’ye nakledilen ahşap nesneler, onları 500 bin yıl boyunca koruyan ortamı taklit eden tanklarda saklanıyor. Ancak yakında sergilenmek üzere Zambiya’ya geri gönderilecekler.

Nkombwe, “Bu keşifle koleksiyonumuzu zenginleştirmeyi ve buluntuları Zambiya’daki ahşap işleme geleneğinin anlaşılması için kullanmayı umuyoruz” dedi.

Dünyanın en zengin insanı Elon Musk, sahibi olduğu sosyal medya platformu X’in (eski adıyla Twitter) yakında tamamen ücretli olabileceğini söyledi.

Elon Musk, bot veya “otomatik” hesaplarla mücadele etmenin tek yolunun, X için bir ödeme sistemi geliştirilmesi olduğunu savundu.

Musk, “Sistemin kullanımı için küçük bir aylık ödeme almaya geçiyoruz” dedi.

X’in sahibi bu açıklamayı ABD’nin California eyaletinde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yla görüşmesi sırasında yaptı, İsrail’i de teknoloji sektöründeki öncü rolü nedeniyle övdü.

Musk dün de New York’ta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile de görüşmüştü.

Uzmanlar, Musk’ın düşüncesizce bir açıklama mı yaptığının, yoksa net bir politikayı mı işaret ettiğinin belli olmadığını; tamamen ücretli abonelik halinde X’in kullanıcı sayısının ve reklam gelirlerinin hızla azalabileceğini söylüyor.

BBC, Musk’ın sözleri sonrası daha detaylı bilgi almak için X’le temasa geçti ancak şirketten herhangi bir açıklama yapılmadı.

Tesla ve Space X şirketlerinin de sahibi olan Musk, Twitter’ı geçen yıl 44 milyar dolara satın almış ve bir süre önce platformun adını X olarak değiştirmişti.

Musk, TweetDeck kullanımını da ücretli hale getirmiş; Twitter Blue yeni adıyla X Premium kullanıcılarına NFT’yi profil resmi yapma, sohbetlerde ve aramada öncelikli sıralamaya koyma, gönderilere kalın ve italik metin ekleme, daha uzun videolar yayımlama, sosyal medya platformunun tüm mevcut Blue (Premium) özelliklerine erişim ve yeni özelliklere erken erişim imkanı vermişti.

Fiyatı ülkeden ülkeden ülkeye değişen bu üyelik halen Türkiye’de aylık 150, yıllık 1569,99 TL.

X ise halen ücretsiz.

İskoçya’da bir araştırma ekibi, palmiye yağının alternatifi olabilecek bir ürün geliştirmiş olabileceklerini açıkladı.

Süpermarket raflarındaki gıda ve kozmetik ürünlerinin neredeyse yarısının palmiye yağı içerdiği tahmin ediliyor.

Palmiye yağına olan büyük talep, palmiye ağaçlarının yetiştiği Ekvator’a yakın bölgelerde önemli oranda ormansızlaşmaya yol açtı.

Edinburgh’daki Queen Margaret Üniversitesi’nden (QMU) gıda uzmanları, ürettikleri yüzde 100 bitki bazlı yeni içeriğin çevre için yüzde 70 oranında daha iyi olduğunu söylüyor.

Ayrıca yüzde 80 daha az doymuş yağ ve yüzde 30 daha az kalori ile ürettikleri PALM-ALT’ı çok daha sağlıklı bir seçenek olarak değerlendiriyorlar.

Ekibin üst düzey araştırmacılarından Catriona Liddle, “(Palmiye yağının) yerine geçebilecek, aynı tada ve aynı dokuya sahip ürünü elde etmeyi başardık” diyor ve ekliyor:

“Bir kurulu, ürünümüz ile geleneksel palmiye yağ arasındaki farkı anlayıp anlayamadığını görmek için bazı duyu testlerinden geçirdik ama farkı anlayamadılar.”

Yeni PALM-ALT ürününün mayonez tarzı bir kıvama sahip olduğu belirtiliyor.

Palmiye ve hindistan cevizi ya da ilave tatlandırıcı, şeker, koruyucu madde veya renklendirici içermiyor.

Keten tohumu endüstrisinden bir yan ürün ile doğal lif ve kanola yağından yapıldı.

Dünya Doğayı Koruma Vakfı’na (WWF) göre palmiye yağı, dünyada üretilen bitkisel yağların yüzde 40’ını oluşturuyor ve böylece dünyanın en çok üretilen bitkisel yağı olmaya devam ediyor.

Gıda ve kozmetik firmaları arasında oldukça popüler. Kokusuz, tatsız ve renksiz olduğu için ürünlerin kokusunu, tadını ve görünümünü değiştirmiyor.

Pürüzsüz bir dokusu var ve doğal koruyucu görevi görüyor. Yüksek sıcaklıkta da özelliklerini koruduğu için yemek pişirmek için de ideal. Çikolatadan şampuana, pizzadan diş macununa ve deodorantlara kadar her şeyde kullanılıyor.

  • Palmiye yağı hakkında bilinmesi gerekenler

    Palmiye yağı ekimi için arazi kullanımının yüzde 85’i Endonezya ve Malezya’da.

    1970’de 3,3 milyon hektardan 2020’de neredeyse 9 kat artarak 28,7 milyon hektara çıktı.

    Mali açıdan bakıldığında, dünya çapındaki palmiye yağı endüstrisinin 2021’de 62,3 milyar dolar değerinde olduğu bildiriliyor. Talep artışı sürdüğünden, bu rakamın 2028 yılına kadar 75,7 milyar dolara çıkması bekleniyor.

    Catriona Liddle, BBC’ye yaptığı açıklamada, “Palmiye yağı gıda endüstrisinde yağ olarak kullanılıyor, size doku ve iyi bir raf ömrü sağlıyor. Özellikle fırında pişirilen ürünlerde neredeyse yeri doldurulamaz bir bileşen çünkü çok işlevsel” dedi.

    Bundan sonra yeri doldurulabilir mi?

    Fakat araştırmayı yürüten ekibinin PALM-ALT için uluslararası patent alma aşamasında olması ve olası üreticilerle görüşmeye başlamasıyla birlikte bu durum değişmek üzere olabilir mi?

    Liddle, “Ekmek, kek, bisküvi gibi herkesin yemeyi sevdiği ancak bizim için pek de sağlıklı olmayan unlu mamuller ile başladık” diyor ve ekliyor:

    “Yüzde 80’den fazla daha az doymuş yağ ve yüzde 30 daha az kalori içeren bir ürün yarattık. Dolayısıyla bu, palmiye yağından çok daha sağlıklı bir ürün. Ayrıca karbon emisyonları açısından düşünüldüğünde çevre açısından da neredeyse yüzde 70 daha iyi.

    “Şimdi ürünü üretecek kişilerle görüşmeler yapmayı düşünüyoruz, bu yüzden bizim için gerçekten heyecan verici.”

    Palmiye yağı nedir ve neden kötü bir üne sahip?

    Palmiye yağı ucuza üretiliyor. Gıdalarda ve diğer ürünlerde alternatif yağlar yerine kullanılmasının birçok başka nedeni daha var.

    Ancak bazı palmiye yağlarının üretilme şekli, çevreye ciddi zararlar veriyor.

    Palmiye yağı, Afrika palmiye ağacının meyvesinden elde ediliyor. Şampuan ve sabun gibi temizlik malzemelerinden kahvaltılık gevrek ve bisküvilere kadar kullandığımız pek çok üründe bulunuyor.

    Çevre örgütleri, palmiye ağacı yetiştirmenin gezegen için son derece kötü olduğunu söylüyor.

    Ormansızlaşma, ormanların ve ağaçların, araziyi başka bir şey için kullanma amacıyla kesilmesi anlamına geliyor.

    Palmiye yağı üretiminin 1990 ile 2008 yılları arasında dünyadaki ormansızlaşmanın yaklaşık yüzde 8’inden sorumlu olduğu tahmin ediliyor.

    Bunun nedeni, yasa dışı olsa bile insanların, palmiye ağacı yetiştirmek için ormanları yakması.

    Ormanlar bu şekilde yakılarak, bitkilerin ve yaban hayatının yaşadığı yerler yok ediliyor, bu da bölgenin biyolojik çeşitliliğinin azalmasına yol açıyor.

    Orangutanlar, gergedanlar, filler ve kaplanlar bu durumdan etkilenebiliyor.

ABD’de aşırı doz fentanil kullanımından yaşanan ölümler tarihi zirvesine ulaştı. Ülkede ilk kez bir yılda aşırı doz ilaç kullanımından hayatını kaybedenlerin sayısı 100 bine ulaştı.

Bu ölümlerin yüzde 66’sı fentanil yüzünden gerçekleşti.

Fentanil bir tür opioid.

Opioidler, vücutta morfin etkisi yapan ve genelde analjezik olarak kullanılan kimyasal maddeler olarak tanımlanıyor, bağımlılık yaratabiliyorlar.

Morfin ve kodein gibi reçeteli ilaçların yanı sıra, eroin de bir opioid.

Fentanil, aşırı ağrı durumunda doktor tarafından reçeteyle yazılabilen bir ilaç; ancak yasa dışı örgütler tarafından da üretip satılıyor.

Amerikan Uyuşturucuyla Mücadele Kurumu’na (DEA) göre Çin’den getirilen kimyasallar kullanılarak üretilen yasa dışı ilaçlar Meksika’dan ülke sınırlarına sokuluyor.

2010 yılında 40 binden daha az kişi aşırı doz ilaç kullanımından hayatını kaybetmişti; bu ölümlerin yüzde 10’undan azı fentanil kullanımı kaynaklıydı.

O zamanlar ölümlerin nedeni daha çok eroin ya da reçeteli opioid kullanımıydı.

California Los Angeles Üniversitesi (UCLA) tarafından bu hafta yayımlanan ve 2010-2021 yılları arasında aşırı doz yüzünden yaşanan ölümleri inceleyen bir araştırma ise vahim tabloyu ortaya koydu.

BBC muhabiri Nadine Yousif’in haberine göre veriler, fentanilin ABD’de aşırı doz ölümlerde etken bir madde olduğunu gösteriyor.

Araştırmacılar, yasa dışı üretilen fentanilin ABD’de “benzeri görülmemiş bir aşırı doz krizi yarattığını” aktarıyor.

Hawaii’den Alaska ve Rhode Island’a kadar ABD’nin bütün köşelerinde fentanil görüldüğü belirtilirken, bu madde yüzünden yaşanan ilk ölümlerin 2015 yılında gözlendiği ifade edildi.

Başka maddelerle beraber kullanılıyor

Araştırmada fentanil ile kokain ve metamfetamin gibi başka bir uyarıcı maddenin beraber kullanılmasından ötürü yaşanan ölümlerin de artış gösterdiği ortaya çıktı.

Kim Blake, 6 yıl önce 26 yaşındaki oğlu Sean’ı kazara gerçekleşen bir fentanil doz aşımı yüzünden kaybetti.

Kendisi de hekim olan Blake, oğlunun arada sırada kokain kullandığını, ancak toksikoloji raporunda sisteminde sadece fentanil görüldüğünü belirtti.

Blake, çok sayıda kişinin fentanili bir başka uyarıcı madde ile beraber kullandığını öğrendiğini ekledi.

İlk başta kimse istemiyordu

Araştırmanın yazarlarından ve UCLA Tıp Fakültesi’nde görevli olan Prof. Chelsea Shover, fentanilin ABD’ye yasa dışı ilaç olarak ilk geldiğinde “kimsenin bu maddeyi istemediğini” ancak sentetik opioidlerin diğer ilaçlara kıyasla üretiminin daha ucuz olması nedeniyle yaygınlaştığını vurguladı.

Yüksek oranda bağımlılık yaratması dolayısıyla, madde kullanımıyla mücadele eden kişilerin acı verici geri çekilme krizleriyle karşı karşıya kaldığında kullanmayı tercih ettiği belirtiliyor.

ABD’de Alaska, West Virginia, Rhode Island, Hawaii ve California gibi halihazırda yüksek madde kullanımının olduğu eyaletlerde, fentanil ve bir başka uyarıcı madde kullanımı yüzünden gerçekleşen ölümlerin sayısı yüksek.

Ohio eyaletinin Cincinnati şehrinde, Afrikalı Amerikalı topluluklarda görülen doz aşımı ölümlerin artması üzerine çalışan A1 Stigma Free organizasyonundan aktivist Rasheeda Watts-Pearson da benzer bir gözlemde bulunuyor.

Berberleri, barları, marketleri ve manavları dolaşan Rasheeda Watts-Pearson, tarihi olarak ırk ve etnik azınlıklarda görülen sağlık sistemi eşitsizliklerinin bu mevzuda da kendini gösterdiğini aktarıyor.

Watts-Pearson, opioid kriziyle ilgili bilinçlendirme çalışmalarında hep beyazların kullanıldığını aktarıyor.

Watts-Pearson’a göre fentanilin izlerinin bulunduğu uyuşturucuların sokaklarda satılması ölümlerin artmasına yol açıyor:

“Savcının ofisi, fentanil izlerine rastlanan kokain ve hap yüzünden gerçekleşen aşırı doz ölümlerle dolup taşıyor.”

Tedavi yöntemleri tartışma yaratıyor

Araştırmacılara göre diğer ilaçlarla beraber fentanilin ölümcül bir şekilde kullanılması, ABD’de aşırı dozdan ölümlerin dördüncü dalgasının yaşanmasına neden oluyor.

Prof. Shover’a göre madde kullanımına ilişkin tedavi yöntemlerinin güncel olmaması da sorunu körüklüyor:

“Bizim tedavi sistemimiz tek bir uyuşturucuya odaklanmayı seçiyor. Ancak insanlar aynı anda birden fazla uyuşturucu kullanıyor.”

Oğlunun anısını canlı tutmak isteyen Blake ise aşırı doz yüzünden çocuklarını kaybeden ailelerin yas tutarken yanında olmaya çalışıyor:

“Herkesin bir hikayesi var, çocuğunu kaybeden bir ebeveyninki ise sonsuza dek sürüyor.”

Oğlunun madde kullanımına karşı birkaç defa tedavi gördüğünü söyleyen Blake’e göre eyaletten eyalete değişse de tedavi seçenekleri yeterli değil.

Blake, aşırı dozdan ölümlerin önüne geçmeyi hedefleyen ve insanların güvenli bir şekilde, gözetim altında uyuşturucu kullandıkları alanların oluşturulabileceğini söylüyor.

Bir başka opioid krizinin yaşandığı ülke olan Kanada’da bu tarz alanlar çok sayıda varken ABD’de sadece iki tane bulunuyor.

Madde kullanımıyla mücadele eden kişilere anlayışla yaklaşılması gerektiğini söyleyen Blake, “Konuştuğum çok sayıda kişinin çocuğu ölmek istemiyordu” diyor.

İngiltere ve Belçika’da bilim insanları tarafından yapılan yeni bir araştırma, Alzheimer hastalarında beyin hücrelerinin ölüm nedenine ışık tutuyor.

Bu konu bilim insanları arasında uzunca bir süredir tartışılıyor.

Science dergisinde yayımlanan araştırma, hastaların beyninde anormal bir şekilde birikmeye başlayan proteinlerle “nekroptoz” adı verilen hücresel intihar süreci arasında ilişki kuruyor.

Alzheimer’ın, hafıza kaybı gibi temel semptomlarına, nöron adı verilen sinir hücrelerinin kaybı neden oluyor.

Bedenimiz normal koşullarda nekroptoz ile istenmeyen hücreleri yok edip yeni hücrelere yer açıyor.

Hasta insanların beynine yakından bakıldığında amiloid ve tau adlı proteinlerin anormal bir biçimde birikmeye başladığı görülüyor.

Ancak hastalığın temel semptomlarıyla bu proteinlerin ilişkisi daha önce bulunamamıştı.

İngiltere’de London’daki University College’a bağlı İngiltere Demans Araştırmaları Enstitüsü ve Belçika’daki KU Luven üniversitesinden araştırmacılar bu ilişkiyi ortaya çıkardıklarını söylüyorlar.

Bulgularına göre Alzheimer hastalarının beynindeki nöronların arasında anormal miktarda amiloid plakları ve tau düğümleri oluşuyor. Bu da beyin ödemine neden oluyor. Ödem, nöronların içindeki kimyasal dengeyi bozuyor.

Plak ve düğümlerin oluşumuyla birlikte beyin hücreleri MEG3 adlı bir özel bir molekül üretiyor. MEG3 molekülü nekroptoz yani hücre intiharlarını tetiklediği için süreçte kilit rol oynuyor.

Bilim insanları MEG3’ün baskılanması ya da sinyallerinin engellenmesi durumunda hücrelerin intiharının durduğunu buldu.

BBC’ye konuşan Birleşik Krallık Demans Araştırmaları Enstitüsü’nden Prof. Bart De Strooper, “Bu çok önemli ve ilginç bir buluş” dedi ve ekledi:

“İlk kez nöronların Alzheimer hastalığı yüzünden nasıl ve neden öldüğüne dair bir ipucu elde ettik. Son 30-40 yıldır bu konuda çok fazla spekülasyon yapılmıştı ancak kimse bu mekanizmanın nasıl çalıştığını tam olarak saptayamamıştı.

“Sorunun, bu özel intihar patikası olduğuna dair güçlü kanıt sunuyor.”

Araştırma için insan beyin hücreleri genetiği değiştirilmiş farelerin beyinlerine nakledildi. Hayvanların genetiği değiştirilerek beyinlerinin büyük miktarlarda amiloid üretmesi sağlandı.

Amiloidi beyinden uzaklaştıran ilaçların geliştirilmesinde yakın zamanda başarı elde edildi ve bunlar, beyin hücrelerinin tahribatını yavaşlatan ilk tedaviyi sunmaya yakın olabilir.

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) Perşembe günü ABD’deki genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında, bağımsız çalışma ekibinin ‘ne olduğu belirlenemeyen anormal olgular’ üzerine hazırladığı raporun bulgularını paylaştı.

Raporda, her ne kadar Dünya dışında yaşam olduğu sonucuna varılamadığı söylense de NASA’nın Dünya atmosferinde faaliyet gösteren, bilinmeyen uzaylı teknolojisi olma ihtimalinin inkar edilemeyeceği de belirtiliyor.

“Çoğunlukla askeri havacılık uzmanları olan birçok güvenilir tanığın ABD hava sahasında tanımadıkları nesneler gördükleri” aktarılan raporda bu olguların büyük bir kısmının zaman içinde açıklandığı ancak bazılarının “insan yapımı veya doğal olgular” olarak tanımlanamadığı söyleniyor.

Raporda bu nesneler “ne olduğu belirlenemeyen anormal olgular” (UAP) olarak adlandırılıyor. Bunlar günlük hayatta UFO (ne olduğu belirlenemeyen uçan cisim) diye anılıyor.

Basın toplantısında konuşan NASA yöneticisi Bill Nelson, araştırmanın odak noktasının henüz tespit edilemeyen bu olgularda “sansasyonellikten bilime geçiş” olduğunu söyledi.

Eski bir astronot ve ABD Senatosu’nun eski üyesi olan Nelson, dünya çapında yaptığı seyahatlerde UAP tespitlerine olan küresel hayranlığı deneyimlediğini aktardı.

Nelson, NASA’nın yalnızca olası UAP olaylarının araştırılmasında değil, aynı zamanda şeffaf bir şekilde veri paylaşımında da dünyada liderlik yapmayı umduğunu söyledi.

UAP’lerin uzaydan geldiğine dair hiçbir kanıt olmadığına dikkat çeken Nelson, “Bu sürece herhangi bir önyargı olmadan başlıyoruz, ancak bir keşif dünyasında olduğumuzu anlıyoruz” dedi.

NASA’nın Bilim Misyonu Direktörlüğü’nden Dr. Dan Evans, kurumun “çevredeki dünyalar hakkındaki bilgiyi genişletmek ve bilinmeyenin haritasını çıkarmak” istediklerini söyledi.

Evans, aynı zamanda “gökyüzünün güvenliği” meselesinin önemini vurguladı.

Veri eksikliği

NASA raporda ve basın toplantısında yaptığı açıklamarda araştırma sürecinde karşılaştığı en büyük zorluklardan birinin, bir nesnenin gerçekten UAP olup olmadığını belirlemek için gerekli veride eksiklik olduğunu söylüyor.

Buna çözüm olarak NASA, kitle kaynak kullanımı tekniklerini kullanacağını belirtiyor.

Şu anda sivil UAP tespitlerinin toplanması ve düzenlenmesi için standart bir sistemin bulunmadığı belirtilen raporda açık kaynaklı akıllı telefon tabanlarının yanı sıra diğer akıllı telefon meta verilerinin kullanılacağı söyleniyor.

Raporda, “Görgü tanıklarının iddiaları… tekrarlanamaz ve genellikle kesin sonuçlara varmak için gereken bilgilerden yoksun” deniyor.

UAP’lerin nasıl kontrol edilebileceği hakkında bilgi verilen raporda NASA, Dünya’yı gözlemleyen uydularının genellikle UAP gibi “nispeten küçük nesneleri” tespit edemediğini kabul ediyor.

Bu uyduların “UAP ile örtüşen çevresel koşulların” incelenmesinde “güçlü bir destekleyici rol” oynayabileceği kaydediliyor.

Öte yandan yapay zeka ve makine öğreniminin UAP’leri tanımlamak için önemli araçlar olduğu belirtilen raporda toplumun da bu yönde “kritik” olduğu aktarılıyor.

Araştırmanın başındaki kişinin kimliği gizli

NASA, UAP’leri araştırmak için oluşturulan ekibe liderlik edecek kişinin adını ise gizli tutmaya karar verdi.

NASA’nın bu UAP’ler konusunda daha şeffaf olacağını açıkladığı toplantıda bu araştırmanın başında bulunacak kişiyi açıklamamasının nedeni ise merak uyandırdı.

Bunun nedenlerinden biri, bu kişiyi yıpratmamak.

NASA’nın Bilim Misyonu Direktörlüğü’nden Dr. Dan Evans, UAP araştırma panelinde yer alan çalışanlarının “gerçek tehditler aldığını” söyledi.

Çalışanlarının güvenliğine çok önem verdiklerini belirten Evans, gizlilik kararlarında bunun da etkisi olduğunu söyledi.

BBC Muhabiri Sam Cabral, basın toplantısında NASA çalışanlarına Meksika’da kısa süre önce gösterilen ve uzaylı cesedi olduğu öne sürülen şeyleri de sordu.

Meksika Kongresi’nde düzenlenen UAP oturumunda konuşan ve UFO uzmanı olduğunu söyleyen Jaime Maussan, iki adet ‘uzaylı cesedini’ cam kutuların içinde göstermiş, bunların Peru’da 2017’de bulunduğunu ve radyokarbon testlerine göre 1.800 yıllık olduklarını söylemişti.

Bilim insanları ise bunlara şüpheyle yaklaşmıştı. Maussan daha önce de uzaylı iddiaları ortaya atmış fakat bu iddialar çürütülmüştü.

BBC’nin sorusuna yanıt veren NASA çalışan Dr. David Spergel “Bu örnekleri bilim insanlarının incelemesine izin verirlerse ne olduklarını anlayabiliriz” dedi.

ABD Kongresi’nde de gündeme gelmişti

Temsilciler Meclisi Temmuz ayında UAP’ler konusunda bir oturum yaparak bu konudaki iddiaları dinledi.

Bu oturum, esrarengiz cisimler görüldüğü konusunda uzun yıllardır dillendirilen iddiaların araştırılması gereği konusunda şimdiye kadarki en ciddi ve üst düzey adımdı.

Oturumda aslında ciddi bir sürpriz kanıt, ya da uzaylıların varlığını doğrulayacak bir bilgi sunulmadı fakat tanıkların Kongre’de büyük bir oturum açılarak dinlenmesi bile tek başına çok kayda değer bir durumdu.

Temsilciler Meclisi üyeleri de tanıklar da ordudan UAP’lar konusunda daha şeffaf olunmasını talep etmişti.

  • Jacqui Wakefield
  • Unvan,BBC Dezenformasyon Ekibi

BBC Küresel Dezenformasyon Ekibi, yapay zeka kullanarak sahte bilimsel videolar hazırlayan ve çocuklara “eğitim içeriği” olarak önerilen YouTube kanalları tespit etti.

STEM (Fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) içeriğiymiş gibi hazırlanan, dezenformasyon yayan 20’den fazla dilde 50’nin üstünde kanal tespit edildi. Bu kanallarda gerçek olmayan bilimsel anlatım ve yanlış bilginin yanı sıra, komplo teorileri, insan kaynaklı iklim değişikliğinin inkarı ve uzaylıların varlığı gibi içerikler yer alıyor.

Bu analiz, YouTube’un çocuklara, gerçek eğitim içeriğinin yanı sıra sahte bilim videolarını da önerdiğini gösteriyor.

Daha fazla tıklama, daha fazla para

Kyle Hill, çok sayıda genç takipçisi olan bir YouTuber ve eğitimci. Birkaç ay önce bu videoları fark etmeye başladı. Takipçileri, yanlış bilgilerle dolu olan ve kendilerine önerilen içeriklerle ilgili kendisiyle iletişime geçti. Doğru içerik ve fikirleri çaldıkları, manipüle ettikleri ve tanıtım yaptıkları ortaya çıktı.

Videolar, izleyicilerin dikkatini çekmek için sansasyonel yorumlar, akılda kalıcı başlıklar ve dramatik görsellerle dolu iddialara odaklanıyordu. İzleyiciler ne kadar çok izlerse, kanallar ekrandaki reklamlardan o kadar fazla gelir elde ediyordu.

Bunun YouTube’a da faydası var. Videoların reklam gelirinin yaklaşık yüzde 45’ini platform alıyor.

Videolar “eğitici içerik” olarak etiketleniyordu. Bu da videoların çocuklara önerilme olasılığını artırıyor.

“Ben bir bilim insanı olarak bunu kişisel olarak algıladım” diyen Hill, “Bu kanallar, minimum çabayla izlenme sayısını en üst düzeye çıkarmak için en doğru şeyi bulmuş gibi görünüyor”.

BBC, YouTube’da Arapça, Rusça, İspanyolca gibi dillerde bu tür içerik üreten düzinelerce kanal buldu. Bu kanalların çoğunun bir milyondan fazla abonesi var. Videolar genellikle milyonlarca kez görüntüleniyor.

Kanal sahipleri, birçoğu günde birden fazla video olmak üzere, içerikleri hızlı bir şekilde yayımlıyor. BBC ekibi, bu kadar hızlı içerik üretmek için yapay zeka programları kullandıklarından şüpheleniyordu. Bu işte kullanılan, Chat GPT ve MidJourney gibi programlar, internette arama yapmak yerine, istendiğinde yeni içerik oluşturabiliyor.

Ekip bu şüphesini doğrulamak için her kanaldan videoları inceledi. Görüntülerin, anlatımın ve senaryonun yapay zeka kullanılarak yapılıp yapılmadığını anlamak için yapay zeka tespit araçlarını kullandı ve uzmanlarla analiz etti.

Analiz sonucunda, çoğu videoda, metin ve görseller oluşturmak, gerçek bilim videolarından içerikleri almak ve değiştirmek için yapay zeka kullanıldığı ortaya çıktı.

Sonuç: Gerçek gibi görünen ancak çoğunlukla doğru olmayan içerik.

BBC ekibi, bu sahte bilim videolarının çocuklara önerilip önerilmediğini araştırdı. Bunun için YouTube’da çocuk hesapları oluşturdu. (Ekibin konuştuğu bütün çocuklar YouTube Kids yerine bu şekilde giriş yaptıklarını söyledi.)

Dört gün boyunca bilimsel eğitim videoları izledikten sonra YouTube, yapay zeka ile yapılmış videolar önerdi. Üzerlerine tıklandığında, daha fazla sahte bilim kanalı önerildi.

Ekip, önerilen içeriklerden bazılarını, izledikleri şeye inanıp inanmayacaklarını görmek için İngiltere ve Tayland’dan, 10-12 yaşlarındaki çocuklara gösterdi. Bir video, UFO ve uzaylı komplolarına odaklanıyordu. Diğeri Gize Piramitlerinin elektrik ürettiğini iddia ediyordu.

İzleyen çocuklar gördüklerine inandı. Bir kız izlediği şeyden keyif aldığını söyledi. “Başlangıçta uzaylıların var olduğundan emin değildim ama şimdi var olduklarını düşünüyorum.”

Başka bir çocuk elektrik üreten piramitlerden bahsetti: “Bu kadar uzun zaman önce insanların modern teknolojiyi kullanarak elektrik üretebileceklerini bilmiyordum.”

Ancak bazıları videolarda yapay zeka kullanıldığını fark edebildi. Bir çocuk, “İnsan sesi bile kullanmamaları komikti, bunun insan olmadığını düşündüm” dedi.

Onlara bu videoların yapay zeka tarafından oluşturulduğunu ve yanlış bilgiler içerdiğini açıkladığında çok şaşırdılar.

Biri, “Kafam gerçekten karıştı. Bunun gerçek olduğunu düşünmüştüm” dedi.

Başka bir çocuk ise, “Sahte olduğunu söylemeseydiniz muhtemelen inanırdım” sözlerini ekledi.

Eğitimciler, çocukların yeni ve ilgi çekici fikirlere olan doğal merakından faydalanmanın, neyin doğru olduğu konusunda kafalarını karıştırabileceğini söylüyor.

Oxford İnternet Enstitüsü Direktörü Prof. Vicki Nash, “Bu videolar komplo niteliğinde olduğu için başarılı” diyor ve ekliyor: “Hepimiz bize resmi olarak söylenenlerin tersi olan şeylerden etkileniyoruz ve çocuklar bu duruma yetişkinlerden daha elverişli.”

İngiltere’de ilkokul öğretmeni olan Claire Seeley, “Çocuklar genellikle gördükleri şeyi gerçek olarak kabul ederler. Belki biraz daha büyüdüklerinde bunu sorgulamaya başlarlar.”

Prof. Nash, “YouTube ve Google’ın sahte bilim haberleriyle sunulan reklamlardan para kazanması fikri bana etik dışı geliyor” diyor.

BBC ekibi yapay zekayla içerik üreten bazı şirketlerle iletişim kurdu. Biri, “eğlence amaçlı” içerik ürettiklerini söyledi. Çocukları hedef aldıkları iddiasını reddetti ve çoğu içerik için yapay zeka kullanmadıklarını söyledi.

YouTube, 13 yaş altı çocuklar için YouTube Kids platformunun kullanılmasını önerdiklerini söyledi. Platformlarından yanlış bilgi veren içeriklerin kaldırıldığını ve ailelere “güvenilir ve yüksek kaliteli deneyim” sağladıklarını ekledi. Bu videolardan elde edebilecekleri reklam gelirleriyle ilgili sorulara ise yorum yapmadı.

Yapay zeka araçları gelişmeye devam ediyor. Böyle videolar hazırlamak kolaylaşacak. Videoların kalitesi yükseleceği için ayırt etmek zorlaşacak.

Endişeli olduğunu söyleyen Seeley, öğretmen ve ebeveynlerin tehditlere hazırlanması gerektiğini ifade etti:

“Yapay zekayla hazırlanmış içeriklerin çocukların algısı üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu henüz net olarak bilmiyoruz”.

  • James Gallagher
  • Unvan,BBC Sağlık ve Bilim Muhabiri

Bilim insanları, sperm, yumurta veya rahim kullanmadan erken dönem insan embriyosuna çok benzeyen bir varlık geliştirdi.

Weizmann Enstitüsü ekibi, kök hücre kullanılarak yapılan “embriyo modelinin”, 14 günlük gerçek bir embriyo örneğine benzediğini söylüyor.

Laboratuvarda hamilelik testini pozitif gösteren hormonları bile salgıladı.

Embriyo modellerinin amacı, insan yaşamının erken dönemlerini anlamanın etik bir yolunu bulmak.

Spermin yumurtayı döllemesinden sonraki ilk haftalarda önemli değişiklikler meydana gelir. Şekilsiz bir hücreler yığını daha sonra ultrasonda tespit edilecek embriyo biçimini alır.

Düşüklerin ve doğum kusurlarının önemli bir kısmı bu kritik dönemde meydana geliyor. Ancak bu dönem tam olarak anlaşılabilmiş değil.

Weizmann Bilim Enstitüsü’nden Profesör Jacob Hanna, “Bu bir kara kutu ve klişe değil, bilgimiz çok sınırlı” diyor.

Başlangıç malzemesi

Embriyo araştırması yasal, etik ve teknik açıdan zorluklarla dolu. Ancak artık doğal embriyo gelişimini taklit eden bir alan var ve hızla gelişiyor.

Nature dergisinde yayınlanan bu araştırma, İsrailli ekip tarafından erken embriyoda ortaya çıkan tüm önemli yapıları taklit eden ilk “tam” embriyo modeli olarak tanımlanıyor.

Profesör Hanna, “Bu gerçekten de tam olarak 14 günlük insan embriyosunun görüntüsü” diyor ve daha önce yapılmadığını söylüyor.

Başlangıç materyali, sperm ve yumurta yerine, vücuttaki her türlü dokuya dönüşme potansiyeli kazanacak şekilde yeniden programlanan kök hücrelerdi.

Daha sonra bu kök hücreleri, insan embriyosunun en erken aşamalarında bulunan dört hücre tipine dönüştürmek için kimyasallar kullanıldı:

  • uygun embriyo (veya fetüs) haline gelen epiblast hücreleri
  • plasenta haline gelen trofoblast hücreleri
  • Destekleyici yolk kesesi haline gelen hipoblast hücreleri
  • ekstraembriyonik mezoderm hücreleri

Bu hücrelerin toplam 120 tanesi belirli bir oranda karıştırıldı ve ardından bilim insanları olacakları beklediler.

Karışımın yaklaşık %1’i, insan embriyosuna benzeyen ancak onunla aynı olmayan bir yapıya kendiliğinden dönüşmeye başladı.

Profesör Hanna, “Hücrelerin büyük bir rolü var; doğru karışımı ve doğru ortamı sağlamanız gerekiyor ve ardından oluşum gerçekleşiyor” diyor. “Bu inanılmaz bir olgu.”

Embriyo modellerinin, döllenmeden 14 gün sonraki bir embriyoya benzer hale gelinceye kadar gelişmelerine izin verildi. Birçok ülkede bu, normal embriyo araştırması için yasal sınır.

Bilim insanları bu çalışmayla, embriyo modellerinin farklı hücre türlerinin nasıl ortaya çıktığını açıklamasını, organların oluşumunun ilk aşamalarına tanık olmayı veya kalıtsal ve genetik hastalıkları anlamayı umuyorlar.

Bazı embriyoların neden gelişmediğini anlamak veya ilaçların hamilelik sırasında güvenli olup olmadığını test etmek için modeller kullanılabileceği ve bunun da tüp bebek (IVF) başarı oranlarını iyileştirebileceği bile konuşuluyor.

Francis Crick Enstitüsü’nde embriyo gelişimi üzerine araştırmalar yapan Profesör Robin Lovell Badge bana bu embriyo modellerinin “oldukça iyi ve normal göründüğünü” söylüyor.

“Bence çok iyi yapılmış, her şey mantıklı ve bundan oldukça etkilendim” diyor.

Ancak mevcut %99’luk başarısızlık oranının iyileştirilmesi gerektiğini de ekliyor. Model çoğu zaman oluşmadığında, düşük veya kısırlıkta neyin yanlış gittiğini anlamak zor olacak.

Yasal ve etik boyut

Çalışma aynı zamanda embriyo gelişiminin 14 günlük aşamadan sonra taklit edilip edilemeyeceği sorusunu da gündeme getiriyor.

Embriyo modelleri yasal olarak embriyolardan farklı olduğu için birçok ülkede bu yasadışı olmayacak.

Prof. Lovell-Badge, bunu memnuniyetle karşılayanların yanı sıra bundan hoşnut olmayacakların da olacağını söylüyor.

Pompeu Fabra Üniversitesi deneysel ve sağlık bilimleri bölümünden Profesör Alfonso Martinez Arias, bunun “çok önemli bir araştırma” olduğunu belirtiyor.

Prof. Arias, “Bu çalışma, ilk kez kök hücrelerden [bir insan embriyosunun] tüm yapısının laboratuvarda aslına sadık bir şekilde oluşturulmasını sağladı. Böylece insan vücudunun oluşumunu sağlayan olayların incelenmesi için bir kapı açılmış oldu” diyor.

Araştırmacılar, bu embriyo modellerinin hamilelikle sonuçlanmasının etik dışı, yasadışı ve aslında imkansız olacağını vurguluyor.

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yayımlanan yeni bir rapora göre insan faaliyetleri nedeniyle dünya çapında yayılan 37 binden fazla istilacı türün küresel ekonomiye yıllık maliyeti 300 milyar doları aştı.

Rapora göre bugüne kadar yok olduğu bilenen tüm hayvan ve bitki türlerinin yüzde 60’ının soyunun tükenmesinde bu türler etkiliydi.

BM’nin Hükümetlerarası Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Platformu’nun 143 temsilcisi (IPBES) tarafından Cumartesi günü onaylanan ve Pazartesi günü yayımlanan yeni kapsamlı raporu istilacı yabancı türlere odaklanıyor.

İstilacı yabancı türler, Japon madımağından dişbudak ağaçlarını öldüren mantarlara ve balon balıklarına kadar dünya çapında insanlar tarafından doğal olarak bulunamayacakları yerlere taşınan canlılara verilen isim.

Türler doğaya, gıda güvenliğine, insan ve insan dışı yaşama tehdit oluşturuyor.

86 biyoçeşitlilik uzmanının hazırladığı IPBES raporu, türlerin neden olduğu ekolojik ve ekonomik zararları inceleyen binlerce araştırma incelenerek yazıldı.

Raporun ortak yazarı İngiltere Ekoloji ve Hidroloji Merkezi’nden Prof. Helen Roy, iklim değişikliğinin durumu daha da kötüleştireceğini söylüyor:

“Gelecekte istilacı yabancı türlerden kaynaklanan tehdit büyük bir endişe kaynağı. Bugün bilinen 37 bin yabancı türün yüzde 37’sini 1970’ten bu yana kayda geçenler oluşturuyor; bunun nedeniyse büyük oranda artan küresel ticaret ve insan seyahati.”

İstilacı türler dünya genelinde ekolojik yıkımı sürükleyen beş ana faktörden biri arasında gösteriliyor.

Diğer dört faktörse arazi ve su kullanımındaki değişiklik, türlerin aşırı avlanması, iklim krizi ve kirlilik.

Rapora göre bu türlerin küresel ekonomiye yıllık maliyeti 1970’ten bu yana her on yılda bir dörde katlanarak 2019’da 423 milyar dolara ulaştı.

IPBES raporuna göre bu türler artık benzeri görülmemiş bir hızda dünya çapında yayılıyor.

Bugün her yıl dünya çapında 3 bin 500’ten fazla yeni yabancı istilacı tür kaydediliyor. Bunların üçte bire yakının bitki ve yarıya yakınını omurgasızlar oluşturuyor.

Türkiye’de durum ne?

İstilacı türlerin Avrupa Birliği’ne (AB) maliyetini hesaplayan ve Haziran ayında yayımlanan yeni bir bilimsel araştırmanın yazarlarından Prof. Dr. Ali Serhan Tarkan, türlerin Türkiye ekonomisine maliyetinin 1914’ten günümüze en az 100 milyar dolar olduğunu tahmin ettiklerini söylüyor.

Araştırmaya göre türlerin AB’ye maliyeti 2040’ta 148 milyar dolar olacak.

Makalenin yazarlarından Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tarkan, kıtalararası geçiş noktasında yer alan ve uzun sınırlara sahip olan Türkiye’nin Avrupa ülkelerine nazaran daha kırılgan durumda olduğuna dikkat çekiyor.

Ülkenin kalabalık bir nüfusa sahip olması ve artan ticari faaliyetleri türlerin ülke karasularına taşınmasını kolaylaştırıyor.

Prof. Tarkan, “İstilacı türlerin AB’ye ekonomik maliyetlerini hesapladığımız gibi Türkiye’ye maliyetini de hesaplamak üzere çalışıyoruz. Devam eden bir araştırmamızda, 1914 yılından bu yana kayda geçmiş etkilerin ekonomik maliyetine odaklandık” diyor ve ekliyor:

“Şu ana kadar yaptığımız hesaplamalar, 1914’ten günümüze kümülatif maliyetin en az 100 milyar dolar seviyesinde olduğunu ortaya koyuyor.”

Uzmanlara göre yabancı türlerin ve etkilerinin iyi anlaşılması, raporlanması ve verilerin, erişilebilir veri tabanlarında merkezi olarak toplanması gerekiyor.

İngiltere’de Asyalı eşek arılarının yayılması biyoçeşitliliği tehdit ediyor

Raporla eşzamanlı olarak İngiltere’de Asyalı eşek arılarının gözlemlerinde rekor kırıldığı kaydedildi.

İstilacı eşek arısı İngiltere’nin farklı bölgelerinde görülüyor ve bir yer edinmesinden endişe ediliyor.

Yabani arılar ve eşek arılarını yiyen bu türler biyolojik çeşitliliğe zarar veriyor.

Bu yıl 22 farklı Asyalı eşek arısı gözlemi yapıldığı kaydedildi, bu son altı yılda yapılan tüm gözlemlerin toplamında büyük bir sayı.

Asyalı eşek arıları Güneydoğu Asya’ya özgü ancak kargoyla dünyanın her yerine taşınabiliyorlar. Avrupa kıtasında yaygın gözlemlenen bu tür Manş Denizi boyunca uçabiliyor.

Londra Doğa Tarihi Müzesi’nden Dr. Gavin Broad, “Her türden bitki ve hayvanı, hatta mantarları bile, kendi doğal yayılış alanlarının dışına, çevrenin kendileriyle birlikte gelişmediği yerlere bile taşıyoruz, bu nedenle gıda güvenliğine ve endemik hayvan ve bitkilerimizi tehdit ediyorlar” diyor

Prof Helen Roy, Asyalı eşek arısını İngiltere’den uzak tutmak konusunda önleyici çabaların önemli olduğunu vurguladı.

Peter Gillibrand ve Rob Thomas | BBC News

Bilim insanları astronotların Ay’da uzun süre boyunca bulunmasına imkan sağlayacak bir enerji kaynağı geliştirdi.

NASA’nın Artemis Programı kapsamında 2030 civarında Ay’da bir üs kurulması hedefleniyor.

Galler’deki Bangor Üniversitesi’nden bilim insanları, üste yaşamı mümkün kılmak için haşhaş tohumu kadar küçük nükleer hücreler geliştirdi.

Projede yer alan Prof. Simon Middlebrugh, bunun zorlu fakat eğlenceli bir süreç olduğunu söyledi.

Üniversitenin Rolls Royce, İngiltere Uzay Ajansı ve ABD’deki Los Alamos Ulusal Laboratuvarı ortaklığında geliştirdiği teknoloji, bütün nükleer enerji santralinin bir araba boyutunda olmasını sağlıyor.

Mars’a yolculukta da bir durak olarak kullanılabilecek Ay, modern teknolojiler için gerekli pek çok kaynağa sahip.

Bu kaynakların yerinde kullanımı, oradan diğer gezegenlere gitmeyi daha kolay kılabilir.

Prof. Middleburgh, önümüzdeki aylarda nükleer yakıtı her yönden testlere tabi tutacaklarını söyledi.

Ay’da atmosfer olmadığı için hava sıcaklığı -248 dereceye kadar düşüyor.

Üniversitenin geliştirdiği ve Trisofuel adlı nükleer yakıt, Rolls Royce’un üreteceği mikro nükleer santralde kullanılacak.

Prof. Middleburgh, bu santralin bir rokete yüklenerek Ay’a götürülmesinin mümkün olduğunu söyledi.

Santralin uzay yolcuğundaki basınç, sarsıntı ve ivme etkilerinden nasıl etkileneceği, önümüzdeki süreçte yapılan testlerle anlaşılacak. Fakat Prof. Middleburgh, tasarımlarından umutlu:

“Bunlar uzay yolculuğunun ardından Ay’a indikten sonra güvenle çalışabilecek yapılar.”

Hindistan’ın uzay aracı geçen ay Ay’ın güney kutbuna iniş yapan ilk araç olmuştu.

Bu bölgede su buzu arayacak Hindistan, bunu başarabilirse Ay yolculuklarının geleceği değişebilir.

Prof. Middleburgh, geliştirdikleri teknolojinin elektriği kesilen afet bölgelerinde de kullanılabileceğini söyledi.

Bangor Üniversitesi’nden başka bir ekip ise uzay roketleri için nükleer itki kaynakları geliştiriyor.

Ekibin başındaki Dr. Phylis Makurunje, yeni sistemlerinin çok güçlü bir itki sağladığını ve mevcut teknolojilerle 9 aydan uzun olan Mars yolculuğunun böylece 6 aya ineceğini açıkladı.

2030’larda Ay üsleri

Jeopolitik üzerine çalışan gazeteci ve yazar Tim Marshall’a göre yakıt konusundaki gelişmeler, Ay’ın güney kutbuna gidiş yarışını etkiledi.

Marshall, 2030’larda Ay’da bir Çin üssü bir de ABD liderliğinde bir üs olmasını bekliyor:

“Bundan emin sayılırım çünkü büyük güçler bu yarışın dışında kalmayı göze alamaz.

“Çinliler ilk tuğlayı 2028’de koyarak bunu yapan ilk ülke olmayı hedefliyorlar. 2030’ların başında muhtemelen Çin’inki de ABD liderliğinde yapılan da tamamlanmış olacaktır.

“21. yüzyıl teknolojileri için gerekli olan Titanyum, lityum, silikon, demir ve başka minerallerin de Ay’da bulunduğunu tahmin ediliyor.

“Tam miktarları bilinmese de şirketler bunları ekonomik olarak işlenebilir görüyor.

“Fakat uzayın ticarileşmesi, işleri daha karışık hale getirebilir.

“Uzayın kullanımına ait Uzay Anlaşması 1967’de yazıldı.

“Hâlâ bir taslağa benziyor ve üzerinden 50 yıl geçtikten sonra çağ dışı kaldı.

“O zamanlar modern teknoloji yoktu ve uzay yarışı günümüzdeki gibi şirketler arasında değil devletler arasında yapılıyordu.

“Birleşmiş Milletler’de kabul edilecek yeni kurallar olmazsa, herkes uzayda istediğini yapabilir ve bu da tehlikeli durumlara yol açabilir.”

Yeni bir araştırmaya göre kentlerde yeşil altyapı uygulamaları yalnızca atmosfere salınan karbonun tutulmasını sağlamıyor aynı zamanda karbon salımlarını azaltıyor.

İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin’den bilim insanları tarafından yürütülen ve Nature Climate Change dergisinde yayımlanan araştırma Avrupa’daki 54 kentin altyapısını yeşillendirerek 2030’a kadar karbon nötr hale gelebileceğini öne sürüyor.

Araştırmanın baş yazarı ve İsveç’teki Kraliyet Teknoloji Enstitüsü’nde (KTH) Su ve Çevre Mühendisliği alanında Doç. Zahra Kalantari, “Doğa Temelli Çözümler yalnızca bir şehrin salımlarının bir kısmını dengelemekle kalmıyor, aynı zamanda salımların ve kaynak tüketiminin azaltılmasına da katkıda bulunabiliyor” diyor.

Kalantari, çalışmanın Doğa Temelli Çözümler’in kentlerde birlikte uygulanmasıyla karbon salımlarına sistematik etkisini inceleyen ilk araştırma olduğunu belirtiyor.

Araştırmacılar Doğa Tabanlı Çözümler adı verilen ve kentlerin altyapısının doğayla uyumlu hale getirilmesi anlamına gelen adımların kentlerin karbon salımlarını ortalama yüzde 17,4 azalttığını buldu.

Kentlerde Doğa Tabanlı Çözümler ne anlama geliyor?

Kentlerin karbon salımlarının azaltılması küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlandırılması hedefinin önemli bir parçası.

Avrupa Komisyonu’na göre Doğa Temelli Çözümler, doğadan ilham alan aynı anda çevresel, sosyal ve ekonomik faydalar sağlayan uygun maliyetli yaklaşımlar olarak tanımlanıyor.

Bu çözümlere kentlerde yağmur suyunun toprağa emilmesini sağlayan geçirgen kaldırımlar, daha fazla yeşillik ve ağaçlığın olduğu daha dar yollar, yaban hayatın korunduğu, yürüyüş ve bisikleti teşvik eden hoş ortamlar kurgulanması gibi örnekler veriliyor.

Araştırmacılar, bu çözümlerin sağladığı faydaları kentsel tarım örneğiyle açıklıyor.

Buna göre kentsel tarım, sokakların yeşillendirilmesiyle birleştiğinde, kent içinde araç kullanımı yerine bisiklet sürmek gibi çevre yanlısı davranışları teşvik edebiliyor.

Aynı zamanda insanların daha düşük karbon salımına sahip gıdaları tüketmesi hatta üretmesini sağlayan fırsatlar da sağlayabiliyor.

Çözümlerin hep birlikte kentlerde ısıyı ve soğuğu absorbe ederek mikro iklimi daha da iyileştirebileceği düşünülüyor.

Bunun sonucunda binalarda enerji kullanımını da azaltabileceği ön görülüyor.

Araştırma, Avrupa’daki 54 kentin her birinde hangi önlemlerin önceliklendirmesi gerektiği konusunda rehberlik sağlama iddiasında.

Yapılan analizlere göre, Berlin’de yeşil binalara ve kentsel yeşil alanlara öncelik verilmesiyle, karbon salımları konutlarda yüzde 6, sanayide yüzde 13 ve ulaşımda yüzde 14 oranında azalıyor.

Neden tartışılıyor?

Doğa Temelli Çözümler son dönemde karbon nötr hale gelmek isteyen çok uluslu şirketlerin sıklıkla kullandığı bir terim haline gelmesiyle sıklıkla eleştiriliyor.

Eleştirenler, şirketlerin, orman ya da biyoçeşitliliği koruduğu iddia edilen projelere yatırım yaparak atmosfere tonlarca karbon salımı yapmaya devam edeceğinden çekiniyor.

Diğer yandan çözümlerin kentlerde sosyo ekonomik eşitsizlikleri derinleştirdiği de düşünülüyor.

İspanya, Barselona’da Doğa Temelli Çözümleri araştıran ve Temmuz ayında yayımlanan yeni bir araştırma, yeşil çatıların, “eşitsizliği kutuplaştıran unsurlar” olarak görülebileceğini söylüyor.

Bunun sebebiyse mevcut haliyle projelerin ya ölçeklenemeyen güçlü kamu finansmanı altında ya da toplumun üst sınıf ekonomik katmanlarına sunulan pahalı ve yüksek teknolojili çözümler olarak hayata geçmesi.

Araştırmacılar kentlerdeki çözümlerin yeşil yıkama aracı haline gelmemesi için uygulama ve bakımının karbon ayak izinin düşük olması gerekiyor.

Diğer yandan kentte yaban hayatı desteklerek iklim ve biyoçeşitlilik krizine karşı direnç sağlamaları önemli.

 

Hindistan, Ay’ın güney kutbu yakınlarına uzay aracı indiren ilk ülke olarak tarihe geçtikten birkaç gün sonra, Güneş’i araştırma amaçlı ilk gözlem misyonunu başlattı.

Hedef, Güneş’teki hareketleri izlemek ve uzay havasına etkilerini incelemek için uzay tabanlı bir gözlemevi kurmak. Bu, Hindistan için bir ilk.

NASA ve Avrupa Uzay Ajansı (ESA) daha önce Güneş’i incelemek için uydular yerleştirmişti. Ancak Hindistan’ınkinde bazı farklı özellikler var.

Peki, Aditya-L1 nedir? Misyon hakkında bilmeniz gereken şeyleri aktarıyoruz.

Aditya-L1’in fırlatılma süreci nasıl gerçekleşti?

Aditya, Saskritçe ve Hintçe’de Güneş demek.

Aditya-L1, Cumartesi günü Hindistan saatiyle 11:50’de (TSİ 08:20) Sriharikota’daki ülkenin ana uzay üssünden fırlatıldı.

Cumartesi sabahı, fırlatmayı izlemek için Hindistan Uzay Araştırma Ajansı’nın (ISRO) fırlatma alanının yakınında kurduğu platformda birkaç bin kişi toplandı.

Ayrıca fırlatma, ulusal televizyonda da canlı yayınlandı. ISRO’da çalışan bilim insanları, fırlatmanın başarılı olduğunu ve “performansının normal” göründüğünü söyledi.

Bir saat dört dakikalık uçuş süresinin ardından ISRO, “görevin başarılı” olduğunu ilan etti.

Uzay aracı, Dünya’dan 1,5 milyon kilometre uzaklaşacak. Bu, Dünya ve Güneş arasındaki mesafenin yüzde 1’i.

Hindistan’ın uzay ajansı yolculuğun dört ay süreceğini söylüyor.

Güneş’e ulaşmak ne kadar sürecek?

Uzay aracı aslında Güneş’e gitmeyecek.

Hedef, Dünya’dan 1,5 milyon kilometre uzaklığa ulaşmak. Bu, Dünya ile Ay arasındaki mesafenin neredeyse dört katı. Ancak Güneş, Dünya’dan 151 milyon kilometre uzakta bulunuyor. Yani gidilecek yol Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığının neredeyse yüzde 1’i.

Bir hafta önce Venüs’ün yanından hızla geçen NASA’nın Parker uzay aracı, en nihayetinde Güneş’in yüzeyine 6,1 milyon kilometre kadar yaklaşacak.

Aditya-L1’in hedefine ulaşması yine de biraz zaman alacak.

Hindistan Uzay Araştırma Ajansı (ISRO), eski adı Twitter olan X’ten yaptığı bir paylaşımda fırlatmadan L1’e (Lagrange noktası) kadarki sürenin Aditya-L1 için yaklaşık dört ay olduğunu yazdı.

Lagrange noktası nedir?

Uzayda, Güneş ve Dünya gibi iki büyük cismin çekim kuvvetlerinin dengelendiği yere Lagrange noktası denir. Bu, uzay aracının “havada asılı kalmasına” olanak tanıyan bir nokta.

L1, Lagrange noktası 1’i temsil eder; bu, Hint uzay aracının tam olarak Güneş ile Dünya arasında duracağı yer. L1 ismi buradan geliyor.

Aditya-L1 bu “park noktasına” ulaştığında, Güneş’in etrafında Dünya ile aynı hızda dönebilecek. Bu aynı zamanda uydunun çalışması için çok az yakıta ihtiyaç duyacağı anlamına da geliyor.

Adını, üzerine ilk kez 18. yüzyılda çalışan Fransız matematikçi Joseph-Louis Lagrange’dan alıyor.

Aditya-L1 misyonu neyi amaçlıyor?

Hint uzay aracı Güneş’in fotosfer ve kromosfer olarak bilinen en dış katmanlarını gözlemleyecek.

Uzay havasını neyin yönlendirdiğini de inceleyecek.

Aynı zamanda mesela Dünya’daki kuzey ve güney ışıkları ile elektromanyetik rahatsızlıklara neden olan güneş rüzgarının dinamiklerini daha iyi anlamaya çalışacak.

ISRO, Güneş’in devamlı ve net görüntüsünden yararlanılarak onun hareketlerini ve uzay havası üzerindeki etkisini gerçek zamanlı olarak gözlemlemek için büyük bir avantaj sağlanacağını açıkladı.

Ayrıca atmosfer tarafından filtrelendiği için Dünya’dan incelenemeyen radyasyonu da gözlemleyebilecek.

ISRO, misyonun; koronal ısınma, taçküre kütle atımı, güneş patlamaları ve bunların özelliklerinin yanı sıra uzay havasının dinamikleri gibi Güneş özelliklerini anlamamıza yardımcı olacak önemli bilgiler sağlamasını umuyor.

Aditya-L1’in maliyeti nedir?

ISRO, misyonun ne kadara mâl olacağını açıklamadı ancak Hint basınında yer alan haberlere göre misyonun maliyeti 3,78 milyar rupi (46 milyon dolar).

Hindistan hükümeti, projeyi 2019 yılında onayladı.

Araç, uzayda beş yıldan fazla bir süre kalacak şekilde tasarlandı.

ISRO, derin uzay görevleri için daha az güçlü roketler kullanıyor ve daha uzağa gitmek için yerçekimi kuvvetinden yararlanıyor. Bu, Ay ve Mars gibi hedeflere gitmek için gereken süreyi uzatıyor, ancak fırlatma maliyetini önemli ölçüde azaltıyor.

Bu yöntem, kısıtlı bütçeyle çalışan Hindistan Uzay Ajansı’nın büyük başarılar elde etmesine imkan sağladı.

İnsansız Chandrayaan-3 aracı, geçen hafta ay yüzeyine indi. Hindistan, ABD, Rusya ve Çin’in ardından Ay’a başarıyla iniş yapan dördüncü ülke oldu.

2014 yılında Hindistan, Mars’ın yörüngesine bir araç yerleştiren ilk Asya ülkesi oldu ve gelecek yıla kadar Dünya’nın yörüngesine üç günlük mürettebatlı bir misyon başlatmayı planlıyor.

Çin’deki araştırmacılar, 800 ila 900 bin yıl öncesindeki bir dönemde modern insanların atalarının yok olma noktasına geldiğini ve yeryüzünde 1280’den az üreme çağındaki kişinin kaldığını öne dürdü.

Bunun sebebi olarak araştırmacılar, o dönemde iklimde meydana gelen ciddi bir değişikliğe işaret etti.

Nüfusun yeniden toparlanması 100 bin yıldan fazla sürdü.

Bilim insanları, “İnsanların atalarının yaklaşık yüzde 98,7’si bu darboğazın başlangıcında kaybedildi, bu da atalarımızı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı” diye yazdı.

Çalışma, Science dergisinde yayımlandı.

Bağımsız araştırmacılar, Şanghay Beslenme ve Sağlık Ensitüsü’nde yürütülen araştırmanın sonuçlarını tamamen reddetmiyor. Ancak, sonuçların diğer kanıtlarla örtüşmediğini söylüyorlar. İnsan nüfusunun yok olmaya yaklaşmasının Afrika’daki belli bölgelerle sınırlı kaldığını söyleyen araştırmacılar var.

Aynı gün yayımlanan başka bir makalede, British Museum’dan Nick Ashton ve Londra’daki Doğal Tarih Müzesi’nden Chris Stringer, bu süre zarfında Afrika ve Avrasya’da insan yerleşiminin devam ettiğini gösteren alanların bir listesini hazırladılar.

On yıllar boyunca bilim insanları halen hayatta olan insanların genlerini analiz ederek türümüzün tarihini anlamaya çalışıyor. Araştırmaların tümü, biyolojimizin aynı temel gerçeklerinden faydalanıyor: Her bebek düzinelerce yeni genetik mutasyonla doğar ve bu mutasyonların bazıları binlerce, hatta milyonlarca yıl boyunca aktarılabilir.

Bilim insanları, DNA’daki genetik varyasyonları karşılaştırarak, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan, başka yerlere göç eden ya da birbirleriyle çifteleşen eski popülasyonlara kadar, insanların atalarının izini sürebiliyor. Hatta tarihin farklı dönemlerindeki bu popülasyonların büyüklüğünü bile tahmin edebiliyorlar.

DNA dizileme teknolojisi geliştikçe, bu çalışmalar da ilerledi. Bugün bilim insanları farklı popülasyonlardaki insanların tüm genomlarını karşılaştırabiliyor.

İnsan genomu, hücrelerimizin çekirdeğindeki 23 çift kromozomda bulunan yaklaşık 3 milyar baz çiftinden oluşur. Bunların her biri binlerce veya milyonlarca yıl boyunca aktarılır ve tarihimizin geniş bir kaydını oluşturur.

Bu tarihi okumak için araştırmacılar artık, insan evrimini daha gerçekçi bir şekilde modelleştirebilmek için gereken çok sayıda hesaplamayı gerçekleştirebilen güçlü bilgisayarları kullanıyor.

Araştırmayı yürüten Şanghay’daki Çin Bilimler Akademisi’nde evrimsel genom bilimi araştırmacısı olan Haipeng Li ve meslektaşları, evrimi yeniden tanımlama amacıyla kendi yöntemlerini oluşturmak için on yıldan fazla zaman harcadılar.

Araştırmacılar yönteme FitCoal (Fast Infinitesimal Time Coalescent’in kısaltması) adını verdiler. FitCoal, bilim insanlarının tarihi ince zaman dilimlerine ayırmasına olanak tanıyarak, aylara bölünmüş bir milyon yıllık evrim modeli oluşturmalarına olanak tanıyor.

Bilim insanları, bu dönemden önce atalarımızın popülasyonunun yaklaşık 98 bin üreme çağındaki bireyden oluştuğu sonucuna vardı. Daha sonra bu rakam 1280’in altına düştü ve yeniden artmadan önce 117 bin yıl boyunca bu rakamda kaldı.

Araştırma, halen hayatta olan 3 binden fazla insan üzerinde yapılan genom çalışmasına dayanıyor.

Dr. Hu ve meslektaşları, nüfustaki büyük azalışa küresel iklim değişikliğinin yol açtığını ileri sürüyor. Bununla ilgili olarak, bu dönem sırasında gezegenin daha soğuk ve daha kuru hale geldiğine dair jeolojik kanıtlara işaret ediyorlar. Bu koşullar atalarımızın yiyecek bulmasını zorlaştırmış olabilir.

Roma Sapienza Üniversitesi’nden antropolog ve araştırmanın kıdemli yazarlarından Profesör Giorgio Manzi ve meslektaşları, bu dönemde hayatta kalmanın zorluğunun, modern insanların ve kuzenlerimiz Neandertaller ile Denisovalıların ortak atası olduğuna inanılan yeni bir türün, Homo Heidelbergensis’in ortaya çıkışını tetiklemiş olabileceğine inanıyor.

Homo Sapiens’in yaklaşık 300 bin yıl önce ortaya çıktığı düşünülüyor.

  • Robert Greenall
  • Unvan,BBC News

Japon hükümeti, Fukuşima nükleer enerji santralinin çevresinden alınan deniz suyu testlerinde tespit edilebilir seviyelerde radyoaktiviteyle karşılaşılmadığını söyledi.

Enerji santralinden okyanusa boşaltılmaya başlanan arıtılmış suyla alakalı komşu ülkelerin endişelerini gidermeye çalışan Japonya, haftalık test sonuçlarını önümüzdeki üç ay boyunca yayımlayacak.

Nükleer santralde depolanan bir milyon tondan fazla su, önümüzdeki 30 yıl içinde boşaltılacak.

Depolanan su, tesisin 2011’de yaşanan tsunami faciasında ciddi şekilde hasar görmesiyle birlikte biriktirilmeye başlandı.

Japonya suyun güvenli olduğunu belirtirken plan, BM’nin nükleer denetim organı IAEA tarafından da onaylandı. Ancak suyun denize boşaltılması işlemini eleştirenler, sürecin durdurulması gerektiğini söylüyor.

Su, çoğu radyoaktif elementi çıkarmak için filtrelenmekte. Ardından da suyun içinden ayrılması zor radyoaktif bir hidrojen izotopu olan trityum seviyelerini azaltmak için seyreltilmekte.

Çevre Bakanlığı, santrale yakın 11 konumdan örnek alındığını ve trityum seviyelerinin, tespit limiti olan 7-8 bekerel/litre’nin altında olduğunu söyledi.

Bakanlık, suyun “insan sağlığına ve çevreye olumsuz bir etkisi olmayacağını” ifade etti

Çin Perşembe günü, Japonya’dan tüm deniz ürünlerinin ithalatını engelleyeceğini açıkladı. Pekin, Tokyo yönetimini “son derece bencil ve sorumsuz” olmakla suçladı.

Güney Kore’nin başkenti Seul’de de Japon Büyükelçiliği önünde eylem gerçekleşti. Bazı eylemciler büyükelçiliğe saldırmaya çalıştı.

Seul yönetimi, suyun boşaltılma sürecini gözlemlemek için nükleer uzmanlarını Fukuşima’ya gönderdiğini açıkladı.

Hindistan Uzay Ajansı, Ay’ın güney kutbuna iniş yapan Chandrayaan-3 uzay mekiğindeki keşif aracındaki ilk görüntülerini paylaştı.

Videoda, Pragyaan (Sanskritçe’de bilgelik anlamına geliyor) ismi verilen tekerlekli keşif aracının, modülün rampasından aşağı kayarak Ay’ın yüzeyine “adım attığı” görülüyor.

Vikram isimli Ay modülü planlandığı gibi Çarşamba akşamı başarılı bir şekilde Ay’ın yüzeyine iniş yaptı.

Böylece Hindistan; ABD, Sovyetler Birliği ve Çin’in ardından Ay’a yumuşak iniş gerçekleştiren ülkeler arasına girdi.

Hindistan Uzay Araştırma Örgütü (ISRO), 26 kg ağırlığındaki keşif aracının inişi için “Hindistan’ın Ay’da yürüyüş yaptığı” açıklamasını yaptı.

Cuma sabahı paylaşılan videoda tekerlekli keşif aracının güneş ışığında beliren gölgesi de görülüyor.

1 cm/s hızla hareket eden Pragyaan, şu anda kayalar ve kraterler arasında dolaşıyor. Araç, önemli veri ve görüntüleri topluyor ve analiz için Dünya’ya gönderiyor.

Pragyaan’ın tekerlek altında bulunan ISRO logosu da her hareketinde Ay’ın yüzeyine iz bırakıyor.

Uzay aracı, Ay’ın yüzeyinde hangi minerallerin bulunduğunu belirlemeye çalışacak iki bilimsel aracı taşıyor. Bu araçlar aynı zamanda toprakların kimyasal bileşimini de inceleyecek.

Pragyaan, yalnızca iniş aracıyla iletişim kuracak. Topladığı bilgiler de Ay’ın hala çevresinde bulunan Chandrayaan-2‘nin yörünge aracına iletecek. Veriler buradan da Dünya’ya analiz için iletecek.

Ay’ın önemli minerallere ev sahipliği yaptığı düşünülüyor. Ancak Chandrayaan-3’ün ana hedeflerinden biri su aramak.

Haber ülkede büyük sevinç yarattı

Chandrayaan-3 uzay görevinin başarılı bir şekilde Ay’a iniş yapması Hindistan’da büyük bir mutlulukla karşılandı.

Ülke basınında manşetleri süsleyen haberlerin ardından sokaklarda da kutlamalar yapıldı.

Bazı insanlar Chandrayaan-3’ün şerefine tatlı dağıttı.

Ülkede bir kişi de sırtına uzay aracının resmedildiği bir dövme yaptırdı.

 

Jonathan Amos | Bilim Muhabiri

Antarktika’da 10 bin civarı penguen yavrusunun, altlarındaki buzun erimesi nedeniyle öldüğü ortaya çıktı.

Buz tabakası, yavru penguenlerin okyanusta yüzebilmek için gerekli su geçirmez tüyleri oluşmadan önce kırıldı ve denize karıştı.

Binlerce penguenin boğulduğu veya donarak öldüğü tahmin ediliyor.

Kasım 2022’de gerçekleşen olay, uydu görüntülerinin analiziyle fark edildi.

Bilim insanları yüzyıl sonuna kadar imparator pengueni kolonilerinin yüzde 90’ından fazlasının yok olacağını tahmin ediyor.

Bunun nedeniyse, küresel ısınmanın her geçen yıl artması sonucu Antarktika’nın mevsimsel buz tabakalarının erimesi.

Dr. Fretwell “Ama hâlâ çok geç değil. Küresel ısınmaya yol açan karbon salımımızı azaltabiliriz” diyor ve ekliyor:

“Azaltmazsak bu güzel kuşların soyu tükenebilir.”

Dr. Fretwell ve iş arkadaşları, penguenlerin ölümünü Communications Earth & Environment adlı bilimsel dergide duyurdu.

Araştırmada Avrupa Birliği’nin Sentinel-2 uydularından gelen verileri inceleyen bilim insanları, uzaydan bile görülebilen penguen dışkıları sayesinde kolonilerin nerede ve yaklaşık ne sayıda olduklarını da tespit etti.

Yetişkin penguenler Güney Yarımküre’nin kış aylarına yaklaştığı Mart’ta tekrar avlanmak için denize çıkıyor.

Ardından buz tabakasına dönerek kur yapıyor, çiftleşiyor, yumurtluyor ve kuluçkaya yatıyor.

Yavruların yumurtadan çıktıktan sonra denize girebilecek kadar olgunlaşması da zaman alıyor.

Bu normalde Aralık/Ocak’ta gerçekleşiyor ve yavrular okyanusa doğru yürüyüşe geçiyor.

Fakat araştırma ekibi, geçen yıl penguen yavruları gelişemeden bu buz tabakasının yok olduğunu tespit etti.

Bunun sonucunda dört ayrı koloninin o yıl doğan tüm yavruları öldü.

Sadece en kuzeydeki Rothschild Adası’ndaki kolonilerin yavrularının bir kısmı hayatta kalabildi.

Antarktika’daki yaz deniz buzu seviyesi 2016’dan beri keskin bir şekilde azalıyor.

En kötü iki yıl ise son iki yıldı, bu süreçte Bellingshausen’deki buzlar tamamen eridi.

Dahası, bu yıl buz oluşumun yavaş ilerlemesi yüzünden bu kış da kolonilerin tüm yavrularının öleceği tahmin ediliyor.

Araştırmacılara göre 2018-2022 arasında, bilinen 60 imparator penguen kolonisinin üçte biri azalan buz miktarından bir şekilde etkilendi.

Bazı bölgelerde buzullar daha geç oluşurken bazı bölgelerde de daha erken eridi.

Gezegenin öbür ucundaki Kuzey Kutbu’ndaki buz seviyesi ise çok daha uzun zamandır düzenli bir şekilde geriliyor.

Antarktika’nın farkı, oradaki tabakanın uzun yıllar boyu dirençli bir görüntü çizmesinin ardından 2016’dan itibaren hızla gerilemeye başlaması oldu.

Araştırma ekibinden Dr. Caroline Holmes da “Buz seviyesinin gerilemesini bekliyorduk ama bu hızda değil” dedi ve ekledi:

“Kuzey Kutbu’ndaki araştırmalar, iklim değişikliğinin geri çevrilmesi halinde buz miktarının eski seviyelerine geleceğini gösteriyor. Aynısı Antarktika’da da olur mu, bunu bilmiyoruz. Fakat yeterince soğuk olursa buzun oluşmaması için bir neden yok.”

Uluslararası risk sınıflandırma sisteminde imparator penguenleri düşük tehdit altında görülüyor.

Fakat son dönemde bu türün “neredeyse tehdit altındaki türler” kategorisinden, daha riskli bir kategori olan “hassasa” alınması gerektiğini düşünenler var.

  • Fergus Walsh
  • Unvan,BBC Tıp Editörü

İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan University College London’da (UCL) yürütülmüş yeni bir araştırmaya göre 10 dakikalık bir MR taraması, erkeklerde prostat kanserinin tespiti için kullanılabilir.

Taramalar, Prostat Spesifik Antijen (PSA) olarak adlandırılan yüksek seviyelerdeki protein tespit etmeye yarayan kan tahlillerine göre çok daha doğru sonuçlar verdi.

MR taramaları, PSA testiyle yakalanamayan ciddi kanserleri tespit etti.

İngiltere’de şu anda PSA testlerinin güvenilmez olduğu düşünüldüğü için ulusal bir tarama programı bulunmuyor. Ancak 50 yaşın üzerindeki erkekler PSA testi talep edebiliyor.

line

Prostat kanseri nedir?

• Erkek üreme sisteminin bir parçası olan ceviz büyüklüğünde prostat bezi, leğen kemiği bölgesinde, mesanenin altında yer alır.

  • Geeta Pandey
  • Unvan,BBC News
  • Bildirdiği yerDelhi

Hindistan Uzay Ajansı, ülkenin devam eden üçüncü Ay misyonu tarafından Ay’ın yüzeyinden çekilen bazı fotoğrafları paylaştı.

Fotoğraflar, Chandrayaan-3 isimli misyonun iniş modülü Vikram tarafından çekildi. Modül, misyonun son aşamasına Perşembe günü başladı.

Hindistan Uzay Araştırmaları Örgütü (ISRO), Pazar günü, iniş modülünün başarıyla Ay’a daha yakın bir yörüngeye (25 km x 134 km) indirildiğini ve şimdi Ay’ın doğuşunu beklediğini açıkladı.

Uzay aracını gövdesinde taşıyan Vikram, 23 Ağustos’ta iniş yapması planlanan bir modül olarak hizmet veriyor.

ISRO Pazartesi sabahı yaptığı açıklamada, Çarşamba günü yerel saatle 18.04’te iniş yapması planlanan Chandrayaan-3’ün iniş alanını haritalandırdığını ve “tehlike tespiti ve kaçınma” kamerası ile görüntüler aldığını açıkladı.

ISRO, kameranın gönderdiği siyah-beyaz görüntülerin, “kayaların veya derin hendeklerin olmadığı güvenli bir iniş alanını belirlemede” yardımcı olacağını belirtti.

Fotoğraflar, Rusya’nın Luna-25 ismini verdiği uzay aracının kontrolden çıkarak Ay’a çarpmasından bir gün sonra geldi.

Rusya’nın yaklaşık 50 yıl sonra gerçekleştirdiği ilk Ay misyonu olan bu araç, güney kutbuna iniş yapacak ilk araç olacaktı.

Ancak iniş öncesi yörüngeye girdiğinde karşılaştığı sorunlar nedeniyle başarısız oldu.

  • Rus uzay aracı, iniş hazırlığındayken Ay yüzeyine çakıldı.

    Yumuşak iniş gerçekleştiren dördüncü ülke olacak

    Ay’ın uzak tarafı, Dünya’ya dönük olmayan ve bazen “Ay’ın karanlık yüzü” olarak da adlandırılan kısmı. Çünkü bu bölgeyle ilgili çok az şey biliniyor. Bilim insanlarına göre buraya iniş yapmak oldukça zor olabilir.

    Ancak Ay’ın bu bölgesi bilim insanlarının büyük ilgisiyle karşılaşıyor. Konu hakkında çalışan uzmanlar, burada donmuş su ve değerli elementlerin bulunabileceğini düşünüyor.

    Eğer Chandrayaan-3 başarılı olursa, Hindistan, Ay’ın güney kutbuna iniş yapan ilk ülke olacak. Aynı zamanda ABD, Sovyetler Birliği ve Çin’den sonra Ay’a yumuşak iniş gerçekleştiren dördüncü ülke olacak.

    Bu misyon, ülkenin 2008’deki ilk Ay misyonundan 15 yıl sonra gerçekleştiriliyor. İlk misyonda, kurak Ay yüzeyinde su moleküllerinin varlığı keşfedilmiş ve Ay’ın gündüzleri bir atmosfere sahip olduğu belirlenmişti.

    Chandrayaan-2, Temmuz 2019’da fırlatılmış, ancak kısmen başarılı olmuştu. Uzay aracı, Ay’ı hala dolaşıyor ve inceliyor. İniş modülü ise yumuşak bir iniş yapamadı ve iniş sırasında çakıldı.

     

Hilary fırtınası, Meksika’nın Baja California bölgesinin ardından ABD’nin California eyaletine ulaştı. Meksika’da en az bir kişinin hayatını kaybetmesine neden olan fırtına, Ulusal Kasırga Merkezi’ne göre saatte 75 km hıza ulaşan rüzgarlarla şu anda Los Angeles’tan geçiyor.

Bu, California eyaletinin 84 yıldaki ilk tropikal fırtınası.

Dün yerel saatle 20.00’deki haber bültenlerinde yetkililer, ABD’nin güneybatısındaki bazı kesimlerde ve Meksika’nın Baja California eyaletinin kuzeyinde olası “yaşamı tehdit eden sel” uyarılarını sürdürdüler.

Los Angeles’ta bugün okullar fırtına nedeniyle tatil edildi.

Öte yandan fırtınanın vurduğu Los Angeles’ta bir de deprem meydana geldi. Depremin büyüklüğü 5.1 olarak belirlendi.

Deprem büyük bir hasara neden olmazken Los Angeles Valisi Karen Bass, 100 itfaiye istasyonunun hasar tespit çalışmaları için görevlendirildiğini duyurdu.

NBC kanalına konuşan sismolog Dr Lucy Jones, Ojai bölgesi yakınlarında deprem olmasını “ilginç” olarak nitelendirdi.

Dr. Jones, bölgede 1932’den bu yana ilk kez 5 büyüklüğünde bir deprem yaşandığını söylerken, artçı depremler için de uyarılarda bulundu.

Kuzeye doğru ilerliyor

Hilary fırtınası şu an California boyunca kuzey-kuzeybatı yönünde Ölüm Vadisi’ne doğru ilerliyor.

Yaz aylarında dünyanın en sıcak yerlerinden biri olan California’daki Ölüm Vadisi’nde tek günde iki yıllık yağış miktarının düşmesi bekleniyor.

Ulusal Kasırga Merkezi, fırtınanın güney California ve güney Nevada’da toplamda 25 cm yağmur getirmesinin beklendiğini açıkladı.

Bu, bir gün için olağanüstü bir yağmur miktarı. Meteorologlar, 25 cm’lik yağmurun, bu dağ ve çöl bölgelerinin tipik olarak bütün bir yılda aldığı yağmur miktarına eşit olduğunu söylüyor.

BBC Kuzey Amerika muhabiri Peter Bowes, “Los Angeles bölgesinde yaşadığım 27 yılı aşkın süredir, yaz aylarında yağmurun çiselediğinden fazlası nadir görüldü. Yılın bu zamanlarında normalde yaşamı tehdit eden sellerden değil, orman yangınlarından endişe ederiz” diyor.

California sellere nasıl hazırlandı?

Hilary fırtınası California eyaletine yaklaşırken Cumartesi akşamı Vali Gavin Newsom eyaletin güneyinin önemli bir bölümü için acil durum ilan etti. Kuraklığa daha alışkın olan bölge genelinde ani sel baskınlarına ilişkin uyarılar yürürlükte.

Los Angeles Valisi Gavin Newsom ve Belediye Başkanı Karen Bass, kent sakinlerini evlerinde kalmaya çağırdı. Newsom, Pazar günkü acil bilgilendirme toplantısında, “Dışarıya çıkmak için önemli bir nedeniniz yoksa çıkmayın” dedi.

New York Times’ın haberine göre, California’daki havaalanlarından kalkması veya bu havaalanlarına inmesi planlanan uçuşların yaklaşık %40-50’si iptal edildi.

Nevada’da yetkililer, Ölüm Vadisi Ulusal Parkı’nın bazı bölümleri için saatte 64 kilometreye varan rüzgarlar beklendiği uyarılarıyla birlikte ani sel uyarıları yayınladı.

Hafta sonu boyunca yapılması planlanan bölgedeki çok sayıda konser ve spor etkinliği iptal edildi.

“Yıkıcı ve yaşamı tehdit eden sel”

California’da henüz ölüm bildirilmedi, ancak yetkililer fırtınanın “felaket ve yaşamı tehdit eden seller” getireceği konusunda uyardı.

Hızla hareket eden fırtınanın önümüzdeki saatlerde en şiddetli haline ulaşması bekleniyor.

Diğer uyarılar şu şekilde:

  • Yetkililer, Pazar gecesi güneydoğu California, kuzeybatı Arizona, güney Nevada ve güneybatı Utah boyunca “bir veya iki kısa” hortum olabileceği konusunda uyardı.
  • California Körfezi’nin kuzey kıyısı boyunca Pazartesi günü erken saatlere kadar sel meydana gelebilir.
  • Oregon ve Idaho eyaletlerinin kuzeybatı bölgelerinde Salı sabahına kadar 7,6 cm’e kadar yağmur bekleniyor.

17 Ağustos 2023

Bilim insanları, beklenen Büyük Marmara Depremi’nin kesin olarak yaşanacağını söylüyor ve bu depremin her an olabileceğine yıllardır dikkat çekiyor. Dolayısıyla birçok çalışma depremin nasıl olacağına odaklanmış durumda.

Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Jeofizik bölümünden Dr. Yasemin Korkusuz Öztürk, Marmara depreminin nereden başlayacağı, büyüklüğü ve etkileyeceği yerleri anlamak için üç boyutlu simülasyonlar hazırlıyor.

Bu çalışmalar ve Marmara’da yaşanan tarihi depremlere bize yaşanacaklara dair ne gibi ipuçları veriyor? Deprem nerede oluşabilir? Büyüklüğü ne kadar olur? Nereleri etkiler? Tsunami oluşur mu?

BBC Türkçe, 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminin 24. yıldönümünde beklenen Büyük Marmara Depremi’ne dair bilinenleri bir araya getirdi.

Haber- Araştırma: Esra Yalçınalp

 

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, 15 Ağustos’ta sosyal medya hesabından şu duyuruyu yaptı: “Basında ve sosyal medyada 18 yaş altı cinsiyet değişikliği süreçleri ile ilgili İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyelerinin yazarı olduğu makalede yer alan işlemlere ilişkin dekanlık tarafından çok yönlü bir inceleme başlatıldı.”

İnceleme, Yeni Şafak Gazetesi’nin ‘Biri bu doktorları durdursun: 15-16 yaşlarındaki çocukların cinsiyetini değiştiriyorlar’ başlıklı haberinden sonra başlatıldı.

Haberde İstanbul Üniversitesi (İÜ) ve çeşitli diğer kuruluşlardan 11 uzman, bir araştırma kapsamında henüz reşit olmamış 22 çocuğa “kanunsuzca” ve tıbbi ilkelere aykırı biçimde cinsiyet değiştirme ameliyatı ve hormon tedavisi uygulamakla suçlandı.

22 çocukta ergenlik durdurucu hormonlar kullanıldığı, 7 çocukta ise 18 yaşından önce geri dönüşü mümkün olmayan cinsiyet değiştirme ameliyatları yapıldığı iddia edildi.

İÜ Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tufan Tükek sosyal medyadan yaptığı açıklamada fakülte hastanesinde 2017 yılından beri cinsiyet sorunu yaşayan bireylerin değerlendirildiği ve tedavi edildiği kapsamlı bir kurul bulunduğunu söyledi.

Tükek, “Birçok hastaneden yönlendirilen hastaların bu kurulda değerlendirildikten ve aile onayı alındıktan sonra tamamen yasal ve tıbbi gerekçelere dayandırılarak tedavisi uygulanmaktadır. Bu işlemler cinsiyet değişimi değil, 18 yaşına kadar ara dönem hazırlık dönemi işlemleri olmaktadır” dedi.

Türkiye’de cinsiyet değiştirme tedavi süreci nasıl işliyor? Bilimsel araştırmalar nasıl denetleniyor? Araştırmaya yönelik suçlamaların zemini var mı? Uzmanlara sorduk.

Cinsiyet değiştirme süreci nasıl işliyor?

Türk Medeni Kanunu’nun 40. maddesine göre 18 yaşını doldurmuş ve evli olmayan bireyler cinsiyetlerini değiştirmek için mahkemeye başvuruda bulunabiliyor.

Bu kişilerin ilk etapta bir eğitim ve araştırma hastanesine başvurması ve “transseksüel yapıda olduklarını ve cinsiyet değişikliğinin ruh sağlıkları açısından zorunlu olduğunu” resmi sağlık kurulu raporuyla belgelemesi gerekiyor.

Hastaneye başvurular psikiyatri, çocuk ve erişkin endokrinoloji, üroloji, adli tıp ve kadın doğum gibi çok sayıda disiplinden uzmanların bulunduğu kurullar tarafından değerlendiriliyor.

Mahkeme izni alındıktan sonra cinsiyet değiştirme ameliyatı ve ardından nüfus kaydında düzeltmeler yapılıyor.

Öte yandan henüz reşit olmamış ve cinsiyet hoşnutsuzluğu şikayetiyle hastaneye başvuran gençlerin hormon tedavisine ve cinsiyet kimlikleriyle uyumsuz beden yapılarına yönelik kozmetik cerrahiye erişmesi yasal olarak mümkün.

Bu tedaviler hastanelerde farklı disiplinlerden uzmanların fiziksel ve psikolojik izleme ve değerlendirme sürecinden sonra, genç kişinin ve vasilerinin onamı alındığı takdirde yapılıyor.

Tedavi süreci üç aşamadan oluşuyor;

  • Ergenliğin ikinci evresine ulaşmış olan gençlerde ilk etapta hormon tedavisi uygulanarak ergenlik baskılanıyor. Bu evrede göğüs gelişimi veya yüz kılları gibi ergenliğin fiziksel değişiklikleri duraklıyor.
  • İkinci aşamada, istenen cinsiyetle tutarlı cinsiyet özelliklerini uyarmak için hormon tedavisine estrojen ve testosteron gibi cinsiyetler arası steroid hormonları ekleniyor. Bu hormonlar, göğüs gelişimi veya sesin kırılması veya kalınlaşması gibi bazı geri dönüşü olmayan değişikliklere neden oluyor.
  • Son aşamada ise kişi 18 yaşına ulaştıktan sonra genital cerrahi işlemine başvuruluyor.

Uzmanlar, yıllar sürebilen bu tedavi sürecinin ardından uzun vadeli fiziksel ve psikolojik takibin önemini vurguluyor.

Araştırmaya yönelik iddialar ne?

29 Mart’ta Pediatrik Endokrinolojide Klinik Araştırmalar Dergisi’nde (JCRPE) yayımlanan araştırma, cinsiyet disforisiyle (hoşnutsuzluğu) İstanbul Üniversitesi’ne sevk edilen 53 ergenin klinik özelliklerini, tedavilerini ve tedavi sonrası süreçlerini inceliyor.

Araştırma, cinsiyet disforisi için tedavi arayan kişi sayısındaki önemli artışın yanı sıra, çeşitli nedenlerle tedaviye erişemeyen bireylerde uygunsuz ilaç kullanımına ve ruhsal sorunlara dikkat çekiyor.

Araştırmada ayrıca tedavi süreçlerinin ilgili kanuna ve güncel uluslararası kılavuzlara uygun olduğu ve sadece erişkin dönemde (18 yaştan sonra) uygulanan cerrahi müdahalelerin Türkiye’de ilgili kurulların onayı ile yapıldığı belirtiliyor.

BBC Türkçe‘ye konuşan Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Dr. Şebnem Korur Fincancı, çalışmada yer alan gençlere uygulanan tedavilerde yasa dışı herhangi bir işlemin söz konusu olmadığını söylüyor.

Fincancı haberlerin “bilimsel bilginin tartışılması ve sorgulanması olanaklarını ortadan kaldırdığı için toplum açısından çok büyük risk barındırdığını” belirtiyor.

Fincancı “Hedef gösteren, yanıltıcı” haberlerin sağlık çalışanlarının güvende hissetmemesine ve çalışmalarından kaçınmasına yol açtığını söylüyor.

Bunun da toplumu sağlığa erişim hakkından yoksun bıraktığını söyleyen Financı aynı zamanda cinsiyet hoşnutsuzluğu yaşayan gençlerin tedaviye başvurmaktan çekinebileceğine dikkat çekiyor:

“Damgalanacaklarına dair kaygı oluşumuyla beraber tedaviden uzaklaşmaları ve bununla beraber ortaya çıkabilecek sağlık sorunları kaygı verici.”

Haberlerin tedavi olanaklarının yaygınlaşmasının önünde engel oluşturduğunu söyleyen Financı, “Yerleşik tıp fakültelerinde tedavi uygulanıyor. Ama bunlar da her an kapanabilir. Bunun sonucunda tedaviye erişemeyen insanların sağlıksız süreçleriyle karşı karşıya kalabiliriz” diyor.

BBC Türkçe‘ye konuşan Tıp Hukuku Derneği Başkanı Avukat Sunay Akyıldız, adli soruşturma sürerken olaya ilişkin hukuki yorum yapmanın doğru olmadığını söylüyor. Ancak bununla birlikte, hukukun bu alanda Medeni Kanunu’nun 40. maddesiyle sınırlı olduğunu belirtiyor.

Hastanelerin gençlerin söz konusu olduğu vakalarda tedavinin gerekli olup olmadığını belirlemek için komisyonlar kurduğuna ve belli bir aşamadan sonra tedavi başlattığına dikkat çeken Akyıldız, bunun hukukta da karşılığı olması gerektiğini söylüyor.

“Hukuk genelde ihtiyaca yönelik şekillenir ve geriden gelir. 10 sene önce bu konuyu konuşmuyorduk ama artık konuşmamız gerekiyor” diyen Akyıldız şöyle devam ediyor:

“18 yaş altındaki çocuklara tıbbi tedavi yapılmalı mı sorusuna önce tıp cevap verecek. Devletin bir üniversitesi de mutlaka belli standartlara uygun tedavi yapıyor. [Çocuklar için] ne gerekiyorsa yapılmalı ama bununla ilgili bir yasal düzenleme de yapılmalı.”

Bilimsel çalışmalar nasıl denetleniyor?

Dr. Şebnem Korur Financı, İstanbul Üniversitesi’nin dahil olduğu araştırmanın retrospektif, yani zaten ilgili yasalar ve kurul onayları çerçevesinde uygulanan tedavilerden deneyimlerin paylaşıldığı bir çalışma olduğuna dikkat çekiyor.

Tedavilerin de uzun yıllardır yapılmış çalışmalara, uluslararası kılavuzlara ve bilimsel standartlara uygun şekilde yapıldığının altını çizen Fincancı şöyle devam ediyor:

“Burada mevzuata aykırı herhangi bir uygulama söz konusu olmadığı gibi bilimsel bilgi açısından da çok kıymetli veriler var” diyor.

Yönergelere göre cinsiyet hoşnutsuzluğuyla hastanelere başvuran her gencin durumunu inceleyen bilimsel kurullar, ulusal mevzuata ve uluslararası tıbbi uygulama kılavuzlarına göre değerlendirme yapıyor.

Bunun yanı sıra, bilimsel araştırmaların metodolojisini, yönetimini, yapılma koşullarını, yapan kişilerin yeterliliklerini ve kamuoyuyla paylaşımını değerlendiren ve çalışmanın verilerinin uygun şekilde paylaşılıp paylaşılmadığını denetleyen bir etik kurul da bulunuyor.

Tepkiler ne oldu?

İstanbul Tabip Odası (İTO) da sosyal medyadan, “Hakemli uluslararası bir dergide yayınlanan makaleleri nedeniyle meslektaşlarımız Yeni Şafak Gazetesi tarafından yine hedef gösterildi. Herhangi bir bilimsel itirazın olmadığı, etik kurul onayı alınarak yapılan bu bilimsel yayını, toplumda infial yaratmaya çalışan bir dille magazin malzemesi haline getirmeye hiçbir meslektaşımızın ve yayın organının hakkı yoktur” açıklamasını yaptı.

Ergen Sağlığı Derneği de “Bilim doğrultusunda sadece mesleklerinin gereğini yerine getirmeye çalışan, hastaları için kanıta dayalı tedavi yaklaşımı sergileyen meslektaşlarımıza karşı yapılan bilim dışı, insanları yanlış yönlendiren, taciz ve şiddete teşvik eden bu haberin kaldırılmasını talep ediyoruz” dedi.

Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Derneği de “Tek gayesi yaşama değer vererek, sağlığı önemseyerek korumaya çalışmak olan, tüm gençleri eşit görerek, cinsiyet kimliği ile ilgili geçici ya da uzun süreli sorunları olan gençleri yok saymadan çözüm üretmeye çalışan İstanbul Üniversitesi’nin son derece değerli öğretim üyesi hekimlerini hedef koyan başta Dr. Zeki Bayraktar’ı ve buna alet olan Yeni Şafak ve Aydınlık gazetelerini kınıyoruz” ifadelerini kullandı.

Yeni Şafak Gazetesi haberinde Sağlık Bilimleri Üniversitesi Sancaktepe Şehit Prof. Dr. İlhan Varank Eğitim Araştırma Hastanesi’nde çalışan Prof. Dr. Zeki Bayraktar’ın görüşlerine yer verilmişti.

Türk Pediatri Kurumu ise “Çocuk sağlığı alanında ülkemizde ve dünyada önemli bir merkez olan ve uluslararası bilim kurullarına göre karar veren İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki meslektaşlarımızın uyguladığı tedavileri art niyetli bir şekilde farklı yönlere çekenleri kınıyoruz” dedi.

Türkiye Psikiyatri Derneği, “Çağdaş bilimsel veriler doğrultusunda mesleği icra etmek ve bilimsel hakikati savunmak hekimliğin vazgeçilmezlerindedir. Bilimsel görevlerden dolayı hedef göstermeler kabul edilemez. Meslektaşlarımızın hedef gösterilmesini kınıyoruz” dedi.

Türk Tabipler Birliği Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu ise, “Cinsiyet ve cinsiyet kimliğine ilişkin çarpıtılmış içerikler ile yapılan bu saldırılara bilimsel kılıf oluşturma çabası ise sağlığa erişim hakkını engelleyecek birçok tehlike barındırmaktadır” dedi.

Dünyada cinsiyet değiştirme süreci nasıl işliyor?

Dünyanın birçok yerinde cinsiyet değiştirme tedavileri uygulanıyor. Ancak çeşitli ülkelerde, reşit olmayan gençlerin hormon tedavisine erişimi, olası fiziksel ve ruhsal yan etkiler nedeniyle yeniden değerlendiriliyor.

Diğer taraftan, hassas konumdaki bu gençlerin tedaviye erişiminin tamamen kesilmesinin nasıl sonuçlara yol açacağının da düşünülmesi gerektiği söyleniyor.

Dünyada cinsiyet değiştirme tedavilerini yasallaştıran ilk ülke olan İsveç, bu yıl reşit olmayanlar için cinsiyet değiştirme hormon tedavilerini, uzun vadeli yan etkileriyle ilgili endişeler nedeniyle kısıtlamaya başladı.

İsveçli sağlık yetkilileri 2015 yılında ergenliği bastıran hormonları ve cinsiyetler arası steroid hormonlarının “güvenli” olduğunu belirtmişti.

Ancak Ulusal Sağlık ve Refah Kurulu Başkanı Aralık’ta yaptığı açıklamada “Elimizdeki bilgilerin belirsizliği dikkatli olmayı gerektiyor. Şu an için riskler muhtemel faydalardan daha fazla” dedi.

Finandiya, Şubat ayında trans bireylerin yasal cinsiyetlerini değiştirmelerini kolaylaştıran yeni bir yasayı onaylamıştı. 2020’de ise Sağlık Hizmetlerinde Tercihler Konseyi (COHERE) ergenlikte başlayan cinsiyet hoşnutsuzluğu için ergenliği baskılayan ilaçların ve diğer tıbbi müdahalelerin ilk basamak olarak kullanılmamasını tavsiye etti.

Fransa’da reşit olmayanlar ergenlik engelleyici ilaçlara veya hormon tedavisine, birkaç yıl sürebilen psikolojik değerlendirme sürecinin ardından erişebiliyor.

Fransa’da Ulusal Tıp Akademisi de geçen yıl olası yan etkilere karşı “son derece ihtiyatlı” olunmasını istedi.

İngiltere’de ise cinsiyet hoşnutsuzluğu yaşayan 17 yaş altındaki gençler, ilk etapta klinik psikolog, çocuk psikoterapisti, çocuk ve ergen psikiyatristi ve aile terapistiyle görüşebileceği sağlık kuruluşlarına sevk ediliyor. Değerlendirmelerin ardından, reşit olmayanlara hormon tedavisi uygulanmasına karar verilebiliyor.

17 yaşından sonra yetişkin sağlık merkezlerine başvuranlarsa, en az 1 yıl tercih ettiği cinsiyet kimliğine sosyal olarak geçiş yapmış olması, sigara içmemesi ve bazı cerrahi işlemler için cinsiyetler arası hormon almış olması şartıyla ameliyat edilebiliyor.

 

Debra Dennett | BBC Future

Çoğu ebeveyn kabul etmese de çocukları arasında “gizli bir favorileri” oluyor ve ona karşı tutumları diğer kardeşlerin ruh sağlığı ve aile ilişkileri üzerinde uzun süreli etkilere yol açabiliyor.

Ben ve kardeşlerim ortanca erkek kardeşimiz ne zaman eve ziyarete gelecek biliyorduk; annem o gün onun sevdiği yemekleri yapardı.

Hiçbirimiz böylesi bir muamele görmediğimizden “gözde oğul geliyor” diye itiraz ederdik.

Annem onun diğer kardeşler kadar sık yemeğe gelmediğini söyleyerek durumu açıklamaya çalışsa da bize adil gelmezdi.

Altı kardeşten biri olarak ben aslında aramızdan birini kayırdığını düşünmüyordum bile.

Ama geçen yıl bir aile buluşmasında kimin favori çocuk olarak görüldüğü noktasında farklı düşünceler ortaya atılınca, aile fertlerinin bu farklı dinamikleri nasıl tecrübe ettikleri ve farkında olmadan bunların bizi uzun vadede nasıl şekillendirdiği sorusu aklıma takıldı.

Araştırmalar, ebeveynler arasında “gözde çocuk” seçme tutumunun şaşırtıcı derecede yaygın olduğunu ve çok zarar verebileceğini gösteriyor.

Ailelerin yaklaşık yüzde 65’inde rastlanan ve birçok araştırmaya konu olan bu durum çocuklar üzerinde yaşam boyu etkide bulunabiliyor.

Psikologlar buna ebeveynlerin imtiyazlı muamelesi anlamında İngilizce kısaltmalı adıyla PDT (Parental differential treatment) diyor.

Ancak aynı aile içinde bu durum oldukça farklı deneyimlenebilir. ABD’deki Northeastern Üniversitesi’nden uygulamalı psikoloji uzmanı Profesör Laurie Kramer, ailede daha az ilgi görme hissinin kişiden kişiye değiştiğini söylüyor.

“Bu, insanların bir ebeveynin başka bir çocuğu kendilerine tercih ettiğine dair yaşadıkları bir deneyimdir” diyor:

“Bu imtiyaz, daha fazla zaman ayırma, ilgi, övgü veya şefkat gösterme yoluyla olabilir. Muhtemelen daha az kontrol uygulayarak, daha az kısıtlamadan yararlanmalarını, daha az disipline tabi olmalarını ve daha az ceza almalarını sağlayabilir.”

Daha da önemlisi, ailedeki herkes bunu bu şekilde görmeyebilir.

Kramer, “Bu, diğer kardeşin gözlemiyle aynı olmayabilir ve ebeveynin yaptığına inandığı şey de farklı olabilir” diyor.

Ne gibi ruhsal sorunlara yol açabiliyor?

Kendisine bu imtiyazlı muamelenin yapılmadığını hisseden kişi için sonuçlar ciddi olabilir. Araştırmalar, çocukların erken yaşlardan itibaren, ebeveynlerin bir kardeşe diğerinden daha fazla sevecenlik göstermesi gibi farklı muamelelerin farkında olduğunu gösteriyor. Bu tür algılanan ebeveyn kayırmacılığı, çocuklarda benlik saygısının az olması, kaygı, depresyon ve riskli davranışlar da dahil olmak üzere davranış sorunları ile ilişkilendiriliyor. Duygusal sağlık üzerinde daha dolaylı sorunlara yol açan zincirleme bir etkisi de olabilir.

Örneğin Çin’deki araştırmalar, ebeveyn kayırmacılığının ergenlerde cep telefonu bağımlılığı için bir etken olduğunu gösterdi. Kanada’da sekiz evsiz genç üzerinde yapılan küçük bir çalışmada, yedi genç, ebeveynlerinin bir kardeşlerini kendilerine tercih ettiklerini, kendilerinin ise her zaman “sorunlu çocuk” olarak görüldüğünü ve bu durumun aile bağlarının kopmasına yol açtığını söylemişti.

Bu son çalışma daha geniş sonuçlar çıkarmak için çok küçük olsa da, kayırmacılık deneyiminin çocuk açısından ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor.

Bu durumun ruh sağlığı üzerindeki etkisi yetişkinlikte de devam edebiliyor; örneğin anne kayırmacılığı yetişkin çocuklarda daha yüksek depresyon ölçümleriyle ilişkili.

Önyargı, ebeveynlerin yetişkin çocuklarını kayırmaya devam etmesiyle, ilerleyen yaşlarda da devam edebiliyor. Kaynağı ebeveynler olmasına rağmen, kayırmacılık yaşam boyunca kardeşlik bağına zarar verebilir ve kardeşler arasındaki gerilimi ve çatışmayı artırabilir.

Kardeşlerle iyi ilişkiler kurmak yaşam boyu sağlığımız ve mutluluğumuz için önemli olduğundan, bu durum da özellikle endişe verici olabiliyor.

  • Evlilikler çocuk sahibi olduktan sonra neden sarsılıyor?
  • Çocukların hayali arkadaşının olması endişelenecek bir şey mi?

    Ebeveynler “kayırma”dan kaçınamaz mı?

    Kramer’e göre, ebeveynler muhtemelen bunu yaptıklarının farkında bile değil; “Bir çocuğa ebeveynlik yapmanın daha kolay olması nedeniyle ebeveynler için tercihli muamele başlayabilir, o çocukla daha fazla ilişki kurabilir, kendileriyle çocuk arasında benzerlikler görebilirler” diyor.

    Ergenler ve ebeveynleri üzerinde yaptığı araştırma, ailelerin bu konuda konuşmaya yatkın olmadığını gösteriyor; bu da herhangi bir incinme veya yanlış anlamayı ortadan kaldırmayı daha da zorlaştırıyor.

    Kramer, “Bu durum, kimsenin suçlandığını ya da bunun kendi hatası olduğunu hissetmediği bir şekilde hassasiyetle ele alınırsa, tüm taraflarla daha açık konuşmalar yapılabilir” diyor. Örneğin bir kardeşe karşı farklı davranışlara dair bir başka çocuğun sorusuna ebeveyn bir neden sunarak açıklama getirirse, çocuk bunun pratik bir nedeni olduğunu ve kardeşinin daha çok sevilmesiyle ilgili olmadığını anlayabilir.

    Benim ailemde de kayırmacılık konusunu hiç açmamıştık. Ancak o buluşmada yapılan yorumlardan sonra kardeşlerimle daha fazla konuştukça, annemin bazen, muhtemelen ilk çocuğu olduğu için, en büyük kardeşimize ayrıcalıklı davrandığını hatırladık. Bu arada babamız da ortanca kardeşimizi kurnaz olduğu için sık sık överdi, bu onun hayranlık duyduğu ve ikisinin de paylaştığı bir özellikti. Bir de ortanca kardeşimiz ziyarete geldiğinde yapılan yemekler var tabii.

    Bunlar küçük farklılıklar ama daha büyük bir şeye dönüşebileceklerini ve hatta kızgınlığa yol açabileceklerini görmek gerek. Çok çocuklu ailelere kıyasla sadece iki çocuğu olan bir ailede meydana gelen kayırmacılığın daha derin etkisi olabilir, diğer çocuk için cezalandırılma ya da dışlanma gibi bir his yaratabilir.

    Kayırmada önemli etken: Çocuk kime benziyor?

    ABD’de birkaç üniversiteden uzmanlar, “Aile İçi Farklılıklar” üzerine Ulusal Yaşlanma Enstitüsü’nün finanse ettiği uzun dönemli bir çalışma yaptı ve kuşaklar arasındaki ilişkileri daha iyi anlamak amacıyla 20 yıl boyunca farklı aileleri takip etti. Çalışmanın bir parçası olarak, araştırmacılar kayırmacılık hakkında ebeveynlere bir soru sordular. Birçoğunun ilk kez karşılaştığı soru şuydu:

    “En çok hangi çocuğunuza karşı duygusal yakınlık hissediyorsunuz?” Biraz düşündükten sonra annelerin büyük bir kısmı (%75) çocuklarından birinin adını verdi. Geri kalanlar hiçbirini seçmedi ya da hepsine eşit derecede yakın hissettiklerini söyledi.

    Ayrıca kime karşı daha fazla hayal kırıklığı ve çatışma duygusu hissettikleri de sorulmuştu. Bu soruya verilen yanıtın yaşam boyunca sonuçları olmuş, erken yaşta “hayal kırıklığı yaratan” çocuk olarak ifade edilen kişinin daha sonra da bu şekilde muamele gördüğü tespit edilmişti.

    Doğum sırası, kayırmacılığın bazı yönlerinde rol oynasa da bunun etkisi genellikle varsayıldığı kadar fazla değildi.

    Özellikle, ilk doğanın doğal olarak “altın çocuk” olarak seçileceği yönündeki tahmini bilimsel araştırmalar desteklemiyor. Çalışmayı yürütenlerden biri olan Missouri Üniversitesi’nden Megan Gilligan, duygusal yakınlık açısından son doğan çocukların ortanca ya da ilk çocuktan daha fazla tercih edildiğini söylüyor.

    Ancak duygusal yakınlığın en güçlü belirleyicisi, ebeveynlerin çocuğun kendilerine benzediğine dair hisleriydi.

    Kayırılmanın dezavantajları

    Gilligan ayrıca, kayırmacılıktan kaynaklı zayıf kardeş ilişkileri, daha az tercih edilen kardeşin kendisini daha yetersiz hissetmesi ve ebeveynle daha az olumlu bir ilişkiye sahip olması gibi farklı muameleden kaynaklanabilecek gerçek hasarın da altını çiziyor. “Altın çocuk” olmak dezavantaj yaratabiliyor:

    “En sevilen çocuk olmanın birçok faydası olmasını bekleyebilirsiniz, ancak bu durum yetişkin çocuklar için duygusal sıkıntıya da neden olabilir. Kayırmacılığın, kayırılan çocuklar için daha yüksek depresif belirtilerle ilişkili olduğunu gördük. Bunun nedeni, bir annenin en sevdiği çocuğu olmanın, o çocuğun kardeşleriyle ilişkilerinde çatışma yaratması. Yetişkinlik döneminde kardeşlerle yaşanan bu gerilim, ruh hali üzerinde etkili oluyor.”

    Bu durum, yaşamın ilerleyen dönemlerinde eşit olmayan bir yüke de yol açabilir. Ebeveynlerden biri sonunda ailesinin bakımına ihtiyaç duyduğunda, genellikle kayırıldığını düşündükleri çocuğa yöneliyorlar.

    Kramer, tüm çocuklara aynı şekilde davranmanın çözüm olmadığını söylüyor. “Çocuklara her durumda aynı şekilde davranmak imkansızdır ve çocuklar da bunu istemez. Onlar kim olduklarının, yaşlarının, ilgilerinin, cinsiyetlerinin, kişiliklerinin anlaşılmasını isterler.”

    Daha bilinçli davranmak ebeveynlerin sürekli olarak adil olmayan durumlara neden olmaktan kaçınmasına yardımcı olabilir. Çocuklar kayırmacılık modelini öğrenebilir ve yetişkinler olarak bunu kendi ebeveynlik tarzlarına ve ilişkilerine uygulayabileceklerinden bu önemlidir:

    “Farkında olmaz ve bu zinciri kırmak için harekete geçmezsek, muhtemelen aynı davranışı sergileriz.”

  • Mark Shea
  • Unvan,BBC Dünya Servisi

Gıda tüketimine bağlı hastalıklar sağlığımızı ciddi şekilde tehdit edebiliyor. Netflix’te yayınlanan bir belgesel, tükettiğimiz gıdalarla ilgili “kirli gerçekleri” ortaya koyuyor.

Salmonella, Koli basili (E. Coli) ve Listeria gibi hastalıkların kurbanlarıyla çalışan gıda güvenliği uzmanı avukat Bill Marler, uzak durmamız gereken gıdaları anlattı:

17 yaşındaki ABD’li Stephanie Ingberg, bahar tatili için Dominik Cumhuriyeti’ne giden uçağa binmeden önce midesinde bir rahatsızlık hissetti ama çok da önemsemedi.

Oteline ulaştığında kendini daha iyi hissediyordu, ancak aynı gece giderek kötüleşti. Kendini hastanede buldu.

Ertesi sabah annesini dahi tanıyamayacak hale gelmişti. Böbrekleri artık çalışmıyordu. Beyin dokusu şişmiş, felç geçirmişti.

Stephanie’nin ailesi genç kızın tedavi için acilen ABD’ye geri götürülmesini sağladı. Burada koli basili teşhisi kondu. O gece de durumu kötüleşti ve komaya giren Stephanie’nin son duası için bir rahip çağırıldı.

Hastanede başında duran rahip duasını okumaya başladığında Stephanie’nin gözleri açıldı. Hayatta kalmış olsa da, koli basiliyle teması , ömrü boyunca peşini bırakmayacak sağlık sorunlarına neden oldu.

Stephanie’nin de katkıda bulunduğu Netflix’te yayınlanan “Yemeğimizi Zehir Eden Kirli Gerçekler” belgeseli, gıda zincirimizdeki hijyene yönelik hataların, tüketiciler için yıkıcı sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekiyor.

Belgeselde yaşadıklarını anlatan Stephanie, böbreklerindeki sorun için her gün ilaç almak zorunda. “Böbrek nakli yaptırmak zorunda kalabilirim. Hayatımın sonuna dek diyaliz makinesine bağlı yaşama ihtimalim var. Bir salata yedim ve şimdi sağlığıma yönelik uzun vadeli etkileriyle mücadele ediyorum” diye konuşuyor.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, kontamine ya da bozulmuş gıda tüketimi nedeniyle her yıl 600 milyona yakın insan hastalanıyor. 420 bine yakını da hayatını kaybediyor.

Ne yediğimize dikkat ederek hayatımızı kurtarabileceğimizi savunan Avukat Bill Marler’ın sağlıklı kalmak için önerileri şöyle:

Pastörize edilmemiş süt ve kutu meyve suları

Marler müvekkillerinden duydukları sonrası, çiğ ya da pastörize edilmemiş süt ürünlerinden, aynı zamanda pastörize edilmemiş meyve sularından uzak durmaya yemin etmiş.

Bu ürünler Stephanie’yi hasta eden koli basili ile benzer riskler taşıyor.

Marler, “İnsanlar 19. yüzyıldaki hastalıkları unuttular. Pastörize olmayan sütlerin sağlığa olan faydaları, bu riski almaya değmez” diyor.

Marler, yonca, maş fasülye, ya da fasulye filizi gibi çiğ filizleri de tüketmiyor.

Bu gıdalar dünya tarihindeki en büyük salgınlardan bazılarıyla ilişkilendirilmişti. 2011’de Almanya’da çemen otu tohumuna bağlı bir salgın patlak vermiş, yaklaşık 900 kişide böbrek yetmezliği görülmüş, 50’den fazla kişi de ölmüştü.

Marler, dışarıda yetiştirilirken kontamine olan bu tohumların, filizlenmesi için içeriye alınarak suda bekletilmesi sonucu “bakteri gelişimi için mükemmel bir ortam” hazırlandığını söylüyor. Marler, “Gıda güvenliği sektöründe bu çiğ filizleri yiyen bir kişi dahi tanımıyorum” diye de ekliyor.

İyi pişirilmemiş etler

Kıyma, etin yüzeyindeki bakterinin içeriye karışabilmesi nedeniyle riskli olabiliyor. Bu yüzden hamburger etinin iyi pişirilmesi önemli. Böylece ciddi bir hastalığa neden olacak kadar fazla bakteri taşımıyor.

“Yaklaşık 50 koli bakterisi sizi öldürmeye yeter; 100 bin bakteri iğne ucuna sığabiliyor. Görebileceğiniz, tat ya da kokusunu alabileceğiniz bir şey değil. Hamburgeri iyice pişirmek tek güvenli yol” diyen Marler, mikroplardan arındırmak için etin iç sıcaklığının 69 dereceye kadar çıkmasını öneriyor.

Biftek, dışındaki bakteriler pişirme sırasında yok edildiği için genelde o kadar tehlikeli değil.

Yıkanmış ya da hazır meyve ve sebzeler

Gıda güvenliği danışmanı Mansour Samadpour’a göre ise, hamburgerin en tehlikeli kısmı et değil, içindeki soğan, marul ve domates.

2006’da ıspanak nedeniyle büyük bir koli basili salgını patlak verdiğinde ABD’de 200 kişi hastalanmış, 5 kişi ölmüştü. Hastaların önemli bir bölümünü Marler temsil etti.

Bakterinin bulaşmasına sebep olan, Kaliforniya’da bulunan ve hayvanların da girdiği bir ıspanak tarlasıydı.

Hayvan dışkılarının koli basili bulaştırdığı ıspanaklar, daha sonra kesilerek bir tesiste üç kez yıkanmış ve bakteri ürünlere yayılmış, ardından ülkenin farklı kesimlerine gönderilerek birçok insanı hasta etmişti.

Marler, “Başkasının marulunuzu yıkamış olmasının getirdiği rahatlık nedeniyle, daha fazla insanın marulu ellemiş olması riskini almaya değer mi? Daha fazla insanın elinden geçer ve hastalık taşırsa, daha hızlı yayılacaktır” diyor.

Çiğ ve az pişmiş yumurtalar

Yumurtadaki tehlike, salmonella bakterisinden kaynaklanıyor. .

Kusma, ishal, ateş ve karın ağrısına neden olan ve sık görülen bu bakteri, hem çocuklarda hem de yaşlılarda ölümcül sağlık sorunlarına neden olabiliyor.

Tarihte yumurtaya bağlı pek çok büyük salgın meydana geldi. İngiltere’de 1988’de salmonella nedeniyle hükümet, 2 milyondan fazla tavuğun itlaf edilmesi emrini verdi. 2010’da benzer kaygılarla ABD’de 500 milyon yumurta toplatıldı.

Yumurtanın günümüzde eskisine göre daha az tehlike taşıdığını belirten Marler, yine de çiğ ve az pişmiş yumurta tüketmenin hâlâ ciddi bir salmonella tehdidi yarattığı görüşünde:

“Yaklaşık 10 bin yumurtadan birinin kabuğunun içinde salmonella var. Tavukların yumurtalığında gelişen salmonella yumurtaya geçiyor ve pişirmek dışında yapabileceğiniz başka bir şey yok.”

Çiğ istiridye ve diğer çiğ kabuklu deniz ürünleri

Sudaki organizmaları süzerek beslenen istiridyeler ve diğer kabuklu deniz ürünleri de riskli, çünkü suda bakteriyel ya da viral enfeksiyon olması durumunda bunlar, kolayca gıda zincirine geçebiliyor.

Marler’e göre küresel ısınma, sorunu daha da büyütüyor. Okyanustaki ısınma sonucu istiridye tüketimindeki besin kirlenmesi vakaları artabiliyor ve norovirüs, hepatit gibi hastalıklar ortaya çıkıyor.

Paketlenmiş sandviçler

Marler, paket sandviçlerin son kullanma tarihine dikkat edilmesini, tercihen kendi hazırladığımız ya da gözlerimizin önünde hazırlanmış sandviçleri tüketmemizi öneriyor.

Sandviçlerin üretim ve tüketim tarihi önemli çünkü Listeriyoz gibi hastalıklara yol açan ‘listeria montocytogenes’ bakterisi ortaya çıkabiliyor.

Bu bakterinin hem ABD hem de dünyanın geri kalanında pek çok ölüme yol açtığı ve tüketen neredeyse herkesin hastanelik olacağı uyarısında bulunan Marler, şöyle devam ediyor:

“Listeria, buzdolabı ısısında gayet rahat büyüyebiliyor. Eğer size biri sandviç yapar ve hemen tüketirseniz, risk daha az. Ancak o sandviç buzdolabında bir hafta beklemişse, listeria bakterisi sizi hasta etmeye yetecek kadar üreyebilir.”

Suşi genelde sorun yaratmıyor

Genelde şüpheyle yaklaşılan bir gıda da, sushi ya da suşi.

Marler’e göre Sushi’yi nereden aldığımıza dikkat etmemiz önemli.

“Biftek restoranına gitmektense iyi bir suşi restoranına gitmeyi daha sık tercih ederim” diyen Marler, balıktan bakteriyel enfeksiyon bulaşması riskinin daha az olduğunu vurguluyor.

Marler, “Suşiyi marketten ya da benzinciden almam” diye de ekliyor.

Her yıl gerçekleşen Perseid meteor yağmurunun yarattığı büyüleyici görüntüler, dünyanın pek çok yerinde fotoğrafçıların kadrajına takıldı.

Çıplak gözle de izlenebilen meteor yağmuru, saatte 100 kadar yıldız kaymasının görüntülenmesine neden oldu.

Doğa olayı, Dünya’nın kozmik toz bulutuna rastlaması sonucu her yıl aynı dönemde gözlemleniyor.

Perseid meteor yağmuru, Ağustos ortası gibi doruk noktasına ulaşsa da Temmuz sonlarından itibaren takip edilebiliyor.

İngiltere’de Greenwich Kraliyet Gözlemevi’nden gökbilimci Edward Bloomer, “Her yıl yaşadığımız şey, Dünya’nın, kuyruklu yıldızın yörüngesinden geçerek, geride bıraktığı kalıntılara çarpması” diyor.

 

Pallab Ghosh | BBC Bilim Muhabiri

ABD’nin Chicago kenti yakınlarındaki bilim insanları, yeni bir doğa kuvvetinin varlığını keşfetmeye yakın olabileceklerini belirtiyor. Kanıtlanması halinde, evrendeki tüm nesnelerin ve parçacıkların birbirleriyle etkileşime girme şeklini belirleyen beşinci temel kuvvet bulunmuş olacak.

Araştırmacılar, müon adı verilen atom altı parçacıkların mevcut atom altı fizik teorisinin öngördüğü şekilde davranmadığını gösteren yeni kanıtlar elde etti.

Bilim insanları müonlar üzerinde bilinmeyen bir kuvvetin etkili olabileceğine inanıyor.

Bu sonuçları doğrulamak için daha fazla veriye ihtiyaç var, ancak doğrulanmaları halinde fizikte bir devrimin başlangıcı olabilir.

Günlük yaşantımızda sürekli deneyimlediğimiz tüm kuvvetler şu an dört kategoriye indirgenebilir: yerçekimi, elektromanyetizm, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvet. Bu dört temel kuvvet, evrendeki tüm nesnelerin ve parçacıkların birbirleriyle etkileşime girme şeklini belirler.

Yeni bulgular Fermilab adlı bir ABD parçacık hızlandırıcı tesisinde elde edildi ve Fermilab ekibinin ilk kez 2021 yılında beşinci bir doğa kuvveti olasılığını öne sürdüğü sonuçların üzerine inşa edildi.

Fermilab’da kıdemli bir bilim insanı olan Dr. Brendan Casey’e göre, araştırma ekibi o tarihten beri daha fazla veri topladı ve ölçümlerinin belirsizliğini oldukça azaltmış oldu.

Casey, “Gerçekten yeni bir bölgeyi araştırıyoruz. (Ölçümleri) daha önce hiç görülmediği kadar iyi bir hassasiyetle yapıyoruz” diyor.

‘g eksi iki (g-2)’ gibi akılda kalıcı bir adı olan deneyde araştırmacılar müon adı verilen atom altı parçacıkları 15 metre çapındaki bir halkanın etrafında hızlandırarak neredeyse ışık hızında yaklaşık bin kez dolaştırıyor.

Araştırmacılar, müonların yeni bir doğa gücünün etkisi nedeniyle Standart Model olarak adlandırılan mevcut teori ile açıklanamayacak şekilde davranıyor olabileceklerine dair veriler elde etti.

Veriler güçlü olsa da Fermilab ekibi henüz kesin bir kanıta sahip değil.

Şimdiye kadar bunu elde etmeyi umuyorlardı, ancak teorik fizikteki gelişmeler nedeniyle standart modelin müonlardaki yalpalama miktarının ne olması gerektiği konusundaki belirsizlikler arttı.

Böylece deneysel fizikçiler için hedef kriterler değişmiş oldu.

Araştırmacılar ihtiyaç duydukları verilere sahip olacaklarına ve teorik belirsizliğin iki yıl içinde hedeflerine ulaşmalarına yetecek kadar azalacağına inanıyorlar.

Avrupa’daki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndaki (LHC) rakip bir ekip ise bu hedefe daha önce ulaşmayı umuyor.

Imperial College London’dan Dr. Mitesh Patel, LHC’de Standart Model’deki kusurları bulmaya çalışan binlerce fizikçiden biri. BBC News’a verdiği demeçte, standart modelle çelişen deneysel sonuçları bulan ilk kişilerin fizikte tüm zamanların en büyük buluşlarından birini yapacağını belirtiyor.

“Standart Model’in öngörüleriyle uyuşmayan davranışları ölçmek parçacık fiziği açısından beklenen hedeftir. Model 50 yılı aşkın bir süredir tüm deneysel testlere dayandığı için anlayışımızda bir devrim bakımından başlangıç fitilini ateşleyecek.”

Fermilab, bir sonraki sonuçlarının teori ve deney arasında yeni parçacıkları veya kuvvetleri ortaya çıkarabilecek “nihai veriler” olacağını söylüyor.

Standart Model nedir?

Peki, Standart Model nedir ve onun öngörülerine tam olarak uymayan deneysel bir sonuç elde etmek neden bu kadar büyük bir olay?

Etrafımızdaki her şey atomlardan oluşuyor; atomlar da daha küçük parçacıklardan meydana geliyor. Bunlar etkileşime girerek doğanın dört kuvvetini oluşturuyor: elektrik ve manyetizma (elektromanyetizm), iki nükleer kuvvet ve yerçekimi (kütleçekim).

50 yıl boyunca bunların hareket şekli hiçbir hata olmaksızın standart model tarafından mükemmel bir şekilde öngörülmüş durumda.

Müonlar atomların yörüngesinde dönen ve elektrik akımlarından sorumlu olan elektronlara benzerler, ancak 200 kat kadar daha büyüktürler.

Deneyde güçlü, süper iletken mıknatıslar kullanıldı.

Sonuçlar müonların standart modelin öngördüğünden daha hızlı yalpaladıklarını gösterdi. Projenin önde gelen araştırmacılarından Liverpool Üniversitesi’nden Profesör Graziano Venanzoni, bunun bilinmeyen yeni bir kuvvetten kaynaklanabileceğini söyledi.

“Şu anda farkında olmadığımız başka bir güç olabileceğini düşünüyoruz. Bu, ‘beşinci kuvvet’ olarak adlandırdığımız farklı bir şey. Bu farklı, henüz bilmediğimiz bir şey, ama önemli olmalı, çünkü Evren hakkında yeni bir şey söylüyor.”

Eğer doğrulanırsa bu, Einstein’ın izafiyet kuramından bu yana geçen yüz yılın en büyük bilimsel atılımlarından biri olacak. Çünkü beşinci bir kuvvet ve bununla ilişkili herhangi bir parçacık, parçacık fiziğinin mevcut Standart Modelinin bir parçası değil.

Araştırmacılar, “Standart Model’in ötesinde fizik” olarak tanımladıkları şeyin var olduğunu biliyorlar, çünkü mevcut teori astronomların uzayda gözlemlediği pek çok şeyi açıklayamıyor.

Bunlar arasında galaksilerin evreni yaratan Büyük Patlama’dan sonra genişlemenin yavaşlaması yerine birbirlerinden ayrılmaya devam etmeleri de yer alıyor. Bilim insanları bu hızlanmanın karanlık enerji adı verilen bilinmeyen bir güç tarafından yönlendirildiğini söylüyor.

Galaksiler ayrıca, içlerinde ne kadar madde olduğuna dair anlayışımıza göre, olması gerekenden daha hızlı dönüyorlar. Araştırmacılar bunun karanlık madde adı verilen ve yine Standart Model’in bir parçası olmayan görünmez parçacıklardan kaynaklandığına inanıyor.

Araştırmanın sonuçları Physical Review Letters dergisinde yayımlandı.

Rusya, yaklaşık yarım yüzyıl sonra Ay’ın yüzeyine yumuşak iniş yapacak ilk uzay misyonunu başlattı.

Luna 25 adı verilen misyonla Rusya, Ay’ın güney kutbuna iniş yapacak ilk ülke olma amacına sahip.

Uzay aracı Rusya’nın Uzak Doğusu’ndaki Vostochny Uzay Üssü’nden belirlenen zamanda Soyuz-2.1b roketiyle birlikte fırlatıldı.

Ay’ın güney kutbunun su yataklarına sahip olabileceği düşünülüyor.

Bulunacak olası su kaynakları, Ay keşfi için dönüm noktası olabilir.

Rus uzay ajansı Roskosmos’un direktörü, Interfax’a yaptığı açıklamada uzay aracının 21 Ağustos’ta Ay’a inmesini beklediklerini söyledi.

22 Ağustos 1976’da Sovyetler Birliği döneminde gerçekleştirilen son misyonun adı Luna 24 idi.

Geçen ay Hindistan da Ay’a bir araç gönderdi. Chandrayaan-3 adı verilen Hint misyonunun da 23 Ağustos’ta Ay’a inmesi bekleniyor.

 

Virgin Galactic’in ikinci turistik uzay yolcuğu bugün yapıldı. New Mexico’dan fırlatılan rokette, bir yarışmada bilet kazanan 18 yaşındaki üniversite öğrencisi Anastatia Mayers ve annesi Keisha Schahaff’ın yanı sıra 80 yaşındaki eski İngiliz Olimpiyat sporcusu Jon Goodwin de vardı.

Virgin Galactic 02 uçuşu bugün New Mexico yerel saatiyle 08.30’da başladı.

Yolculuğun ilk aşamasında Eve olarak bilinen bir taşıyıcı kullanıldı. Daha sonra motor ateşlenerek 279 bin fit (85 km) yüksekliğe çıkıldı. Üç yolcu fırlatmadan yaklaşık 45 dakika sonra yer çekimsiz ortama ulaştı. Roket birkaç dakika sonra da inişe geçti ve aynı rotadan sorunsuz şekilde New Mexico’ya ulaştı.

Goodwin, uzaya giden ikinci Parkinson hastası. 1972 Olimpiyatları’nda kano sporcusu olarak yarışan Goodwin, 2005 yılında bileti 250.000 dolara almıştı. Hastalık teşhisi konunca uçuşa katılamayacağından korktuğunu ancak onu tanımlayan şeyin Parkinson hastalığı olmadığını kanıtlamak istediğini söylüyor.

Antiller’de yaşayan 46 yaşındaki anne Schahaff ve İskoçya’da üniversitede okuyan kızı Mayers ise uzaya giden ilk Karayipliler olarak tarihe geçti.

Yolculuk uzay turizminin ne kadar uygulanabilir olduğunu görmek için önemli bir testti.

Haziran ayındaki ilk Virgin Galactic ticari uçuşunda; İtalyan Hava Kuvvetleri ve İtalya Ulusal Araştırma Konseyi’nden üç kişi, ağırlıksız ortamda deneyler yapmıştı.

Şu an bir kişilik Virgin Galactic uçuş fiyatı 450.000 dolara kadar yükseldi.

Parkinson hastalarına maddi ve manevi destek için kurulan Parkinson’s UK, Goodwin’in uçuşunu izlemek için 100 kişinin katıldığı bir parti düzenledi.

Kızının katıldığı çekişle yolculuğa katılma hakkı kazanan Schahaff, uzay turizmi şirketinin sahibi Richard Branson’ın bir anda bahçesine girerek tüm ekiple “Sen kazandın, uzaya gideceksin” diyerek ona haber verdiğini anlatıyor.

Anastatia, uzaya giden en genç ikinci kişi. “Niyetim, kendi önümüze koyduğumuz veya dünyanın bizim karşımıza çıkardığı engelleri yıkmak” diyor.

Uçuşun hedefi, yolcuların birkaç dakika ağırlıksızlığı deneyimleyebilecekleri Dünya’nın yaklaşık 85 km yukarısına ulaştırmaktı.

Uzay gemisi, dünyanın yörüngesinde tam bir tur tamamlayacak hıza sahip değil.

Bu üç kişi, Unity roketinde yolculuk yapmak için bilet satın alan 800 kişilik listenin başındaydılar.

Listedeki bazı kişiler on yıldan fazladır bekliyor ve daha uzun süre bekleyenler olacak.

ABD’li multimilyoner Dennis Tito, 2001 yılında 20 milyon dolar ödemiş ve dünyanın ilk uzay turisti olmuştu.

Amazon’un CEO’su Jeff Bezos’un uzay şirketi Blue Origin ve Virgin Galactic; misyonlarının bilimi ilerletmenin yanı sıra çok zenginlere hitap ettiğini söylüyor. Ancak uzay turizmi maliyeti ve çevresel etkisi nedeniyle eleştiriliyor.

  • Hannah Ritchie
  • Unvan,BBC News
  • Bildirdiği yerSydney

Bilim insanları, yaklaşık 247 milyon yıl önce Avustralya’da yaşadığı düşünülen yeni bir amfibi türü keşfetti.

Araştırmacılar, 1990’lı yıllarda Yeni Güney Galler eyaletinde emekli bir tavuk çiftçisi tarafından bulunan hayvanın fosilleşmiş kalıntıları üzerinde neredeyse 30 yıldır çalışıyor.

Dünyada kertenkeleye benzeyen bu türe ait 10’dan az fosil bulundu.

Uzmanlar, keşfin “Avustralya’daki amfibilerin evrim hikayesini yeniden yazabileceğini” söylüyor.

Avustralyalı çiftçi Mihail Mihaildis’in neredeyse 30 yıl önce fosili keşfetmesine yol açan şey, Sydney’in yaklaşık 90 dakikalık kuzeyinde Umina’daki evindeki kırık bir bahçe duvarıydı.

Mihaildis, duvarı tamir etmek için 1,6 tonluk kumtaşı satın aldı ve taşın dış katmanlarını keserken, bilinmeyen bir yaratığın ölümsüzleştirilmiş ana hatları ortaya çıktı.

Mihaildis, 1997’de fosili Sydney’deki Avustralya Müzesi’ne teslim etti.

Kalıntıların kaynağını yıllar sonra paleontolog Lachlan Hart keşfetti.

Fosili ilk Avustralya Müzesi’nde çocukken gören Hart, “O sırada dinozorlara takıntılıydım. Fosili ilk 1997’de 12 yaşındayken sergide gördüm ve 25 yıl sonra doktoramın bir parçası oldu, bu tam delilik” diyor.

Hart, ekibiyle 250 milyon yıl önce Avustralya’nın Triyas dönemindeki yaşam üzerine çalıştığı sırada şans eseri fosilin incelenmek üzere kendilerine verildiğini söylüyor.

Taş kalıbının üzerinde “neredeyse eksiksiz bir iskelet” olduğunu anlatan Hart, “Başı ve gövdesi birbirine bağlıydı ve derisinin ve vücudunun dış kısmındaki yağ dokuları fosilleşmişti. Bu gerçekten nadir bir keşifti” diyor.

Hart ve meslektaşları, amfibi türünün yaklaşık 1,5 metre uzunluğunda olduğunu ve semender şeklinde bir gövdeye sahip olduğunu tahmin ediyor.

Yeni keşfedilen türe, Latince’de “kumda sırt üstü ilerleyen” anlamına gelen Arenaepeton supinatus ismi verildi.

Bilim insanları, etobur olduğu düşünülen amfibinin bir zamanlar Sydney’in tatlı su göllerinde ve akarsularında yaşadığını söylüyor.

Türün ayrıca Temnospondyli ailesinden olduğu belirtiliyor. Uzmanlar bu türün 66 milyon yıl önce dinozorların neredeyse yüzde 80’ini yok eden bir dizi volkanik patlama ve beş diğer toplu yok oluş olayının ikisinden sağ kurtulduğunu aktarıyor.

Avustralya’da Temnospondyli türünden yalnızca üç fosil daha başarıyla tanımlandı.

Hart, Salı günü yayımlanan bulguların, “Avustralya’nın hayvanların evrimleşmesi ve toplu yok oluş olaylarından sonra sığınması için çok uygun bir yer olduğunu gösterdiğini” söylüyor.

Fosil, bu yılın sonuna doğru Avustralya Müzesi’nde tam zamanlı olarak sergilenmeye başlanacak.

  • Derek Cai
  • Unvan,BBC News

Yağmur da yağsa, güneş de açsa 50’li yaşlarındaki Muhammed Şükür Ali, Bangladeş’in başkenti Dakka’nın sokaklarında işine gidip gelmekten kendini alıkoyamıyor.

Fiziksel bir güç gerektiren işi her zaman için yorucu. Ama bu yılki sıcaklıklar, işleri her zamankinden daha da zorlaştırdı. Kentteki sıcaklık Nisan ayında 40,6 derece ile rekor seviyeye ulaştı.

Karısı ve iki çocuğuyla kiralık bir odada yaşayan Ali, bu sıkıntıları göğüslemekten başka bir seçeneği olmadığını söylüyor.

“Çalışmaya mecburum. Çünkü bizler yoksul insanlarız.”

Ali, Dakka’nın zengin bir semti olan Gülşan’da sekiz saatlik bir işte her gün çalışıyor. Bu semtte lüks daireler, büyük kurumsal ofisler ve bazı yabancı elçilik binaları bulunuyor.

Bölgeye girmesine izin verilmesi için Ali’nin yelek giymesi gerekiyor. Sıcak, daha da rahatsız edici bir hâle bürünüyor.

Kavurucu sıcaklıklar

Kuzey Amerika ve Avrupa da dahil dünya genelinde milyonlarca insan bu yıl kavurucu sıcaklıklarla boğuşuyor.

Dünya şu anda sanayi öncesi döneme göre yaklaşık 1,1 derece daha sıcak. Ancak, bu artış kaygı uyandırıcı bir şekilde bu yıl Asya’da daha da yüksek oldu.

Yakın zamanda, onlarca iklim bilimci tarafından derlenen bir rapora göre, bu yıl Asya’nın birçok bölgesinde sıcaklıklar 2 dereceye kadar arttı. Bu bölgede 4,5 milyardan fazla insan yaşıyor.

Ve bu yıl aşırı sıcaklar, kıtadaki birçok ülkede hissedildi.

Güney Kore’de en az 23 kişi Mayıs-Ağustos ayları arasında aşırı sıcaklıklar nedeniyle öldü. Bu sayı geçen yılın aynı dönemine göre üç kat daha fazla. Ülkenin bazı bölgelerinde sıcaklıklar 38 dereceye kadar yükseldi. 3 Ağustos’ta Buan’da düzenlenen 25. Dünya İzcilik Şöleni’ne katılan yüzlerce kişi sıcak çarpması geçirdi. Ülkenin diğer bölgelerinde ise yoğun yağışlar ve seller yaşandı.

Japonya Temmuz ortasında, birçok bölgede rekor kıran sıcaklıkların ardından sıcak çarpması uyarıları yayımladı. Ülkenin başkenti Tokyo’da sıcaklıklar 38 dereceye ulaştı. Bu Tokyo yazlarının ortalama sıcaklığının 8 derece üzerindeydi.

Temmuz’da Çin’in Xinjiang eyaletinde 52 dereceye varan sıcaklıklar kaydedildi. Bir ay öncesinde başkent Pekin, 51 derece ile 60 yıldan uzun bir süredir kaydedilen en sıcak Haziran gününü yaşadı.

Sağlık riskleri

Singapur Yönetim Üniversitesi’nde şehir iklimi alanında çalışan Yrd. Doç. Winston Chow, “Sıcaklıklarla birlikte havada nem miktarı artar. Böylelikle ciltteki ter, neme rağmen buharlaşamaz. Isıyı da uzaklaştıramaz. Vücudun soğuma yeteneğini kaybetmesi tehlikeli hale gelir” diyor.

Indiana Üniversitesi Bloomington’da fizyolog olan Zach Schlader’a göre, 35 derece ıslak termometre sıcaklığı, insan toleransının “mutlak sınırı”.

Singapur’da 26 yaşındaki Hint bir inşaat işçisi olan Senthil Logesh, çalıştığı yerde sıcaktan kaçabileceği barınakların ve su noktalarının kurulması gerektiğini söylüyor.

Mayıs ayında sıcaklıklar yıl boyunca nemli olan şehrin bazı bölgelerinde 37 dereceye çıkmış. Bu 40 yıl sonra görülen benzer sıcaklıklar oldu.

İnşaat alanında sıcaklık takip ediliyor ve sıcaklık yükseldiğinde işçilere de dinlenmeleri söyleniyor. Ancak yine de neredeyse haftanın her günü 10 saat çalışan Logesh, herkesin sırılsıklam terlediğini belirtiyor.

Önümüzdeki on yıllarda Asya’daki nüfusun ikiye katlanması bekleniyor. Birleşmiş Milletler’in en üst düzey iklim bilimi kuruluşu olan İklim Değişikliği İçin Hükümetler Arası Panel’in (IPCC) başkan yardımcısı olan Prof. Chow’a göre büyüme özellikle Tayland, Endonezya ve Vietnam gibi ülkelerin ikinci sınıf şehirlerinde gerçekleşecek.

Prof. Chow, “Sadece daha fazla inşaat yapılmakla kalmayacak, bu aynı zamanda daha sıcak koşullarda gerçekleşecek. Bu nedenle savunmasız birçok insan için riskleri azaltmaya başlamalıyız” diyor.

Emisyonları azaltmanın dünyayı daha fazla ısınmadan korumak için önemli olduğunu belirten Prof. Chow, ülkelerin aynı zamanda sıcak hava dalgalarına uyum sağlaması gerektiğini çünkü bu dalgaların yoğunluğunun ve sıklığının artacağını söylüyor.

Sıcaklarla başa çıkmak

Singapur gibi Güneydoğu Asya’nın daha zengin ülkeleri insanları sıcaklardan korumak için gerek evlerde gerekse de alışveriş merkezlerinde klimalı altyapılara sahip. Singapur ayrıca daha fazla yeşil alan, kapalı yaya yolları ve daha fazla serinleme alanlarına sahip bina tasarımları yapmayı planlıyor.

Gelgelelim bölgedeki daha yoksul ülkeler benzer önlemleri uygulayamıyor. Hatta sıcaklıkla başa çıkmak için planları olsa bile genellikle bunlar yetersiz bir şekilde fonlanıyor ve yoksul kesimleri göz ardı ediliyor.

Asya sıcaklık raporunun yazarlarından Chaya Vaddhanaphuti’ye göre, örneğin Tayland ısı dalgalarına karşı ulusal düzeyde bir erken uyarı sistemine sahip. Sistemle birlikte insanlardan serin yerlere gitmeleri ve açık renk kıyafetler giymeleri isteniyor.

BBC’ye konuşan Vaddhanaphuti, “Ancak evsizler, engelliler veya yaşlılar da dahil bunu herkesin yapabilmesi söz konusu değil. Planların bu kesimler için de uyarlanması gerekiyor” diyor.

Hindistan’ın batısındaki Ahmedabad şehri 2013 yılında yıkıcı bir ısı dalgasına maruz kaldı. Toplamda 1344 kişi hayatını kaybetti. Ardından geliştirilen düşük maliyetli bir plan ise bazı başarılar elde etti. Bu planla birlikte göçmenlere ait gecekonduların teneke ve asbest çatıları beyaza boyandı. Bu evler şehrin dörtte birini oluşturuyor. Halka açık parklar da inşaat işçileri ve seyyar satıcıların gölgelikler bulabilmesi için günboyu açık tutuldu. Diğer Hindistan şehirleri de planı uygulamaya çalıştı.

 

Krishni Tharu, ailesine bakmak için Nepal’de inşaatta çalışıyor

 

Ancak uzmanlara göre doğal afetlerin etkisini en fazla yaşayan en yoksul kesimler için daha fazlasının yapılması gerektiğini söylüyor.

Nepal’de sıcak yaz gecelerinde, 30 yaşındaki Krishni Tharu iki çocuğu ve kayınvalidesiyle aynı odada tek bir vantilatörle uyuyor. Tharu’nun inşaat işçisi olarak çalıştığı Nepalgunj şehrinde Haziran ayında sıcaklıklar 44 dereceye ulaştı.

Everest Dağı’na ev sahipliği yapan Nepal, Mayıs-Temmuz arasında sıcak bir havaya sahip. Hükümet verilerine göre sıcaklık her yıl istikrarlı bir şekilde artıyor.

Günde 10 saat çalışıp 4,5 dolar kazandığı mesaisinin ardından bitkin düşen Tharu, sıcaklıkların artmasıyla beraber açık havada çalışmanın da giderek daha da zor hâle geldiğini söylüyor.

“Ancak çalışmamak söz konusu bile olamaz” diyen Tharu, ailesinin gelirini ortadan kaldırmanın seçenekleri arasında olmadığını söylüyor:

“Kaçış yok. Çalışmak zorundayım.”

ABD’de bilim insanları, bir nükleer füzyon reaksiyonundan ikinci defa net enerji üretmeyi başardıklarını açıkladı. İlk başarılı deneme Aralık ayındaydı.

California eyaletindeki Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’ndan yapılan açıklamaya göre 30 Temmuz’daki deneyde, Aralık’takinden daha fazla enerji elde edildi.

Laboratuvar sözcüsü, deney sonuçlarının hâlâ incelendiğini de ekledi.

5 Aralık’ta yapılan deneyde bilim insanları bir yakıtın üstüne lazer tutarak iki hafif atomu daha yoğun bir atom olarak birleştirmeyi başarmıştı.

ABD Enerji Bakanlığı, lazerin 2.05 megajul harcamasına karşın füzyon sonucu 3.15 megajul enerji elde edildiğini söylemişti.

Atomların birleşmesiyle oluşan füzyon reaksiyonu, Güneş’in de enerji üretmesini sağlayan bir süreç.

Bilim insanları 70 yıldır bu süreci yeryüzünde tekrar ederek temiz nükleer enerji üretmeyi hedefliyordu.

Nükleer santrallerde, atomun bölünmesiyle oluşan fisyon reaksiyonuyla enerji üretiliyor fakat bu, binyıllarca depolanması gereken nükleer atıklara yol açıyor.

Hidrojenin ağır formları olan deteryum ve trityumdan oluşan 1 kilogramlık füzyon yakıtından elde edilebilen enerji, 10 milyon kilogramlık fosil yakıttan elde edilene denk.

Füzyon deneyi başarılı sonuçlansa da, bunun dünya genelinde üretime geçmesi için aşılması gereken bazı engeller var. Pahalı kurulum masrafları ve daha büyük ölçeklerde enerji üretim ihtiyacı bunlardan ikisi.

Gelecekte bu teknolojinin yaygınlaşması, fosil yakıtlara duyulan ihtiyacın azalmasını sağlayarak küresel ısınmayla mücadeleye de katkı sunabilir.

Fakat bilim insanları bunun yakın gelecekte gerçekleşmeyeceğini vurguluyor ve mevcut imkanlarla karbon salımını azaltmaktan vazgeçilmemesi gerektiğini belirtiyor.

İskoçya’da bulunan Aberdeen Üniversitesi öğrencilerinden Anastatia Mayers ve annesi Keisha Schahaff uzaya gidecek ilk anne ve kız olacak.

Mayers ve Schahaff, Virgin Galactic’in ikinci ticari uçuşuna katılmak için yapılan bir çekilişi kazandı.

Anne ve kız ayrıca uzaya gidecek ilk Karayipliler kişiler olarak da tarihe geçecek.

Schahaff’ın çekiliş hikayesi, kızının vize sorununu çözmek için Antiller’den Londra’ya giderken bindiği Virgin Atlantic uçağındayken bir ilanı görmesiyle başladı.

Çekiliş için kayıt formunu dolduran Schahaff, “Aylar sonra ilk 20’ye, daha sonra da ilk 5’e kaldığımızı öğrendim. Daha sonra da çekilişi kazandığımızı söylediler” diyor.

Virgin şirketler grubunun kurucusu Sir Richard Branson’ın bahçesinden kendilerine seslendiğini belirten Schahaff, müjdeli haberi nasıl aldığını “Tüm ekip evime hücum etti ve ‘siz kazandınız, uzaya gidiyorsunuz’ dedi” sözleriyle anlatıyor.

Mayers, Karayipler’den İskoçya’da okumak için gitme kararının uzaya yolculuk fırsatını doğurduğunu söylüyor.

18 yaşındaki genç, “Tesadüfen Aberdeen Üniversitesini seçmemiş olsaydım ve vizemi almak için uğraşmasaydım, uzaya gitme şansımız da olmazdı” diyor.

Felsefe ve fizik okuyan ikinci sınıf öğrencisi, İskoçya’da okumaya gitmenin hayatındaki en büyük kararlardan biri olduğunu söylüyor ve “muhteşem şeylerin gerçekleşmesine yaradığını” belirtiyor.

Mayers uzaya gidecek en genç ikinci kişi olacak.

Amacının dünyanın belirlediği tüm engelleri kırmak olduğunu belirten Mayers, “Rüyanız sizin rüyanızdır ve kim ne derse desin bunu gerçekleştirebilirsiniz” diyor.

Anne ve kız, uzay yolculuğuna Perşembe günü ABD’nin New Mexico eyaletinden kalkacak araçla başlayacak.

Galactic 02 adlı misyon, Amerikan uzay şirketi tarafından düzenlenen ikinci ticari uzay uçuşu.

Uçuş için ilan edilen fiyat 450 bin dolardı.

Galactic 01 misyonu Haziran ayında gerçekleşti. 279.000 fit (85 km) yüksekliğe ulaştı. İkinci misyonun da aynı rotayı takip edeceği düşünülüyor.

Uzay turizmi nedir?

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) göre bir uçuş uzayın sınırı olarak kabul edilen 80 kilometreyi aştığında uzay turizmi olarak sınıflandırılıyor.

Birleşik Krallık’ın en gizli bilimsel araştırma merkezlerinden biri olan Porton Down, gelecek salgını “ilk etapta durdurma” amacıyla çalışmalarına devam ediyor.

İngiltere’nin güney batısındaki Wiltshire bölgesinde yer alan bu tesisin son derece sıkı güvenlik önlemlerini aşarak bilim insanlarının yanına gittim.

Bu insanlar yeni kurulan Aşı Geliştirme ve Değerlendirme Merkezi’nde görev yapıyor.

Covid’e karşı inşa edilmiş çalışmaları, gelecekte ortaya çıkabilecek yeni hastalıklarda hayat kurtarmayı ve sokağa çıkma yasaklarına duyulacak ihtiyacı en aza indirmeyi hedefliyorlar.

Birleşik Krallık Sağlık Güvenliği Kurumu (UKHSA) yani bu laboratuvarları işleten kuruluşun başkanı olan Profesör Dame Jenny Harries, “Elbette ki Covid münferit bir olay değildi” diyor.

Prof. Harries, “Covid’i bir yüzyılın en büyük halk sağlığı olayı olarak adlandırıyoruz. Ama bir sonraki için bir yüzyılın geçeceğini sanmıyorum” diye ekliyor. İklim değişikliği, kentselleşme ve insanların hayvanlara daha yakın yaşaması nedeniyle “artan bir riskle” karşı karşıya olduğumuzu söylüyor.

Porton Down, sakin Wiltshire kırsalında Salisbury’e yakın bir konumda bulunuyor. Aklınıza gelebilecek en tehlikeli virüs ve bakterileri araştırmak için donatılmış dünyadaki nadir yerlerden biri. Buradaki dondurucularda Ebola gibi virüsler bulunuyor.

Komşu binalar arasında Savunma Bakanlığı’na bağlı Savunma Bilim ve Teknoloji Laboratuvarı da yer alıyor.

Koyu yeşil binalarda yer alan aşı laboratuvarları, Covid’e karşı önlem almak üzere aceleyle inşa edildi. Ancak pandeminin yoğun talepleri azaldıkça, odak da değişti.

Yeni aşı araştırma merkezi şimdi üç tür tehdide odaklanıyor:

  • Antibiyotiklere dirençli süper bakteriler gibi çözümü zorlaştırdığı bilinen enfeksiyonlar
  • Kuş gribi ve yeni Covid varyantları gibi sorun yaratabilecek potansiyel tehditler
  • Ve “X Hastalık”: Covid gibi dünyayı tamamen şaşırtabilecek beklenmedik hastalıklar.Hedef, tüm aşı geliştirme aşamalarını desteklemek amacıyla ilaç endüstrisi, bilim insanları ve doktorlarla birlikte çalışmak.

    Porton Down’daki bilim insanları, kenelerce yayılan ve enfekte olanların yaklaşık üçte birini öldüren Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi’ne karşı ilk aşıyı geliştirmek üzere çalışıyor. Bu hastalık Afrika, Balkanlar, Orta Doğu ve Asya’da mevcut. İklim değişikliği ile daha da yayılabilir.

    Sürecin diğer ucunda ise aşıların etkinlikleri değerlendiriliyor. Covid’in Omicron varyantının aşıların sağladığı bazı korumaları atlatabileceğini fark eden bilim insanları da burada görev yaptı. Aynı zamanda yeni Covid varyantlarını laboratuvarda yetiştirerek izlemeye devam ediyorlar.

    Kan örneklerinden alınan antikorlarla etkileştirerek yeni varyantların hala enfekte olup olamadığını görüyorlar.

    Resmi olarak adlandırılmasalar da Qui-Gon, Obi-Wan, BB8 ve Palpatine isimlerini taşıyan makineler, dünyanın en büyük kuş gribi salgını tehdidini izlemede önemli rol oynuyor. H5N1 kuş gribi virüsü kuş popülasyonlarına büyük zarar verdi. Çiftliklerde çalışanlara yapılan rutin testler sayesinde İngiltere’deki insanlarda ilk belirtisiz vakaları ortaya çıktı.

    Tesiste çalışan ekipler pandemi öncesinde haftada sadece 100 örnek test edebiliyorken, şimdi 3 binden fazla örnek test edebilir hâle geldi.

    Daha hızlı aşılar

    Buradaki aşı çalışmaları “100 Gün Görevi” ismiyle yürütülüyor. Amaç, yeni olası bir tehidide karşı 100 günde aşı geliştirmek.

    Tarihsel süreçte, yeni aşılar tasarlamak ve testmek onlarca yıl sürüyor. Pandeminin benzersiz koşulları, ilk Covid aşılarının bir yıl içinde üretilmesini mümkün kıldı ve aşı dağıtımı Aralık 2020’de başladı.

    Tahminlere göre Covid aşıları sadece ilk 12 ayda 14 milyondan fazla hayat kurtardı.

    UKHSA’nın baş bilim görevlisi Profesör Isabel Oliver, “Bu aşıların biraz daha önce elimizde olduğunu hayal edin” diyor.

    Covid aşılarının tarih boyunca daha önce hiç görülmedik kadar hızlı bir şekilde geliştirildiğini hatırlatan Prof. Oliver, “Ancak daha fazla hayat kurtarabilirdik ve daha hızlı bir şekilde normal hayata dönebilirdik” diye konuşuyor.

    Koronavirüs pandemisinden çıkarılan derslerin, gelecekte daha hazırlıklı olmamızı sağlaması umut verici.

    Prof. Harries, “geçmişte olaylara sadece tepki verdiğimizi ancak gelecekte önlem almak ve salgının başlamasından evvel durdurmaya çalışmak zorunda olduğumuzu” belirtiyor.

    Ve eğer yeni bir hastalık ortaya çıkarsa, en erken aşamada durdurmak gerektiğini ekliyor.

     
  • James Gallagher
  • Unvan,BBC Radyo 4, Sağlık Programı
  • 6.08.2023

Bazen dünya yanıyor sanırsınız.

Avrupa’nın güneyini yakıp kavuran sıcak hava dalgasına İtalya’da “Cehennem Haftası” adını takmışlar. Çin ve ABD’de 50C (santigrat derece) üzeri sıcaklıklar kaydedildi. ABD hastanelerinde hastaları serinletebilmek için buz doldurulmuş ceset torbaları kullanıldı. İngiltere, gelmiş geçmiş en sıcak Haziran ayını yaşadı.

Ve 2022’de İngiltere’de sıcaklık ilk kez 40C’nin üzerine çıkmıştı. Geçen yılki sıcak dalgasının Avrupa’da toplam 60 bin kişinin ölümüne sebep olduğu düşünülüyor.

Bu durumda Birleşmiş Milletler’in “küresel kaynama” diye adlandırabileceğimiz yeni bir döneme girdiğimiz uyarıları da gayet yerinde.

İngiltere Meteoroloji Dairesi’nden Profesör Lizzie Kendon “Artık uzak bir gelecekten bahsetmediğimizi anlamak çok önemli bence. Isınmayı gerçekten, şu anda görüyoruz” diyor.

O zaman değişen iklim bedenlerimiz ve sağlığımız açısından ne anlama geliyor?

Sıcak havalarda ben terli bir köpek gibi olurum ama sıcak dalgasıyla ilgili bir deneye katılma davetini kabul ettim.

Güney Galler Üniversitesi’nden Profesör Damian Bailey, bana tipik bir sıcak dalgası deneyimi yaşatmak istiyor. 21C sıcaklıktan başlayıp yavaş yavaş 35C’ye ve sonra da İngiltere’nin bugüne kadar gördüğü en yüksek sıcaklık olan 40,3C’ye kadar çıkacağız.

Profesör Bailey “Terleyeceksiniz ve vücudunuzun fizyolojisi kayda değer şekilde değişecek” diye uyardı.

Profesör Bailey beni ısının kontrol edildiği kabine götürdü. Bu, bir oda büyüklüğünde, ısının, nemin ve oksijen düzeyinin teknoloji yoluyla tam olarak kontrol edilebildiği bir alan.

Daha önce soğuk havanın etkilerini anlamak için yine bu odayı kullanmıştım.

Fakat parlak çelik duvarlar, ağır kapı, içerideki donanıma bugün beni bambaşka bir yere götürecek.

Pişeceğim fırına bakar gibiyim.

Önce gayet ferah bir 21C ile başlıyoruz. Profesör Bailey tamamen soyunmam talimatını veriyor.

Kaşlarımı hayretle kaldırdığımda, nasıl terlediğimi ve kilo kaybımı ölçmek istediğini anlatıyor.

Sonra cildimin, iç organlarımın ısısını, kalp atışlarımı ve tansiyonumu ölçen çeşitli aletler bedenime iliştiriliyor. Ağzıma takılan büyük alet nefesimi tahlil ederken, ultrason, ensemdeki damarlardan beynime ne kadar kan gittiğini ölçüyor.

Profesör Bailey “Tansiyon iyi, nabız güzel, bütün fizyolojik işaretler şu anda bana gayet sağlıklı olduğunuzu söylüyor” diyor.

Hızlıca bir de beyin işlevlerini ölçen test yapıyoruz. 30 kelimeden oluşan bir listeyi ezberliyorum. Ve bundan sonra ısıtıcılar çalışmaya başlıyor. Sıcaklık hızla yükseliyor.

Vücudumun tek bir basit hedefi var: Kalbimin, akciğer ve karaciğerim ve diğer organlarımın ısısını 37C civarında tutmak.

“Beyindeki termostat, yani sıcaklık ayarlayıcısı olan hipotalamus sürekli ısıyı izler ve bunu sürdürmek için gereken sinyalleri gönderir” diyor Profesör Bailey.

Odanın sıcaklığı 35C olduğunda bazı ölçümler yapmak için kısa bir ara veriyoruz. Artık içerisi sıcak. Rahatsız edecek kadar değil henüz. Hala sandalyemde rahatça oturuyorum. Ama örneğin, bu sıcaklıkta egzersiz yapmak istemezdim.

Vücudumdaki bazı değişiklikler şimdiden açıkça görülüyor. Bir kere, iyice kızarmış görünüyorum. Profesör Bailey de öyle. Burada benimle o da odada kaldı ve sıcaklığı o da hissediyor. Kızarmanın sebebi cildimin yüzeyine yakın kan damarlarının, kanımın soğumasını sağlamak amacıyla genişlemesi.

Ayrıca terliyorum. Oluk oluk değilse de parıl parıl parlıyorum ve ter buharlaştıkça beni serinletiyor.

Hedefimiz olan 40,3C’ye doğru çıktıkça etrafımdaki sıcağın beni adeta dövdüğünü hissediyorum.

Profesör Bailey “Sıcağın etkisi doğrusal olarak değil katlanarak artıyor. Beş santigrat derece insana fazla bir fark gibi gelmeyebilir ama gerçekten de fizyolojik olarak çok daha büyük bir fark yaratıyor” diyor.

Bundan daha yüksek bir ısıyı denemediğimiz için çok mutluyum. Alnımı sildiğimde sular geliyor elime. Şimdi başta yaptığımız testleri yineleme zamanı.

Terli giysilerimi yere atıp, kurulanıyorum ve tartıya çıktığımda hayretler içinde deney süresince 300 gramdan fazla su kaybettiğimi öğreniyorum.

Cilt yüzeyine yakın bütün o damarların açılmasının bedeli de açıkça görülüyor. Kalp atışlarım ciddi ölçüde artmış ve 40C olduğunda vücudum 21C’dekine göre dakikada bir litre daha fazla kan pompalıyor.

İşte sıcaklar arttıkça kalp krizleri ve inmelerin artmasının sebebi de kalbin üzerine binen bu ekstra yük oluyor.

Kan cildimi soğutmak için uğraşırken beynime giden kandan fedakarlık ediyor ve bu da kısa dönem hafızamın zayıflamasına sebep oluyor.

Fakat vücudum, ana hedefi olan vücudumun iç ısısını 37 derecede tutmayı başardı.

Profesör Bailey “Vücudunuz iç ısınızı savunmak için gerçekten çok güzel çalıştı fakat tabi yaptığımız ölçümler 40 derecedeki siz ile 21 derecedeki sizin çok farklı olduğunu gösterdi. Ve bütün bunlar bir saatten az bir süre içinde meydana geldi” diye özetliyor.

Nem faktörü neleri etkiliyor?

Benim deneyimde sadece ısı değişti, fakat dikkate alınması gereken diğer hayati unsur da havadaki rutubet-nem oranı.

Boğucu bir havada gece uyumakta zorlanıyorsanız bunun sorumlusu, bedenimizin serinlemesini zorlaştıran nemdir.

Serinlemek için terlemek yeterli değil, yalnızca bu ter buharlaştığında kendimizi serinlemiş hissederiz.

Havada fazla nem olunca, üzerimizdeki terin havaya karışması zorlaşıyor.

Damian nem seviyesini yüzde 50’de sabit tuttu.

Daha önce Pennsylvania Devlet Üniversitesi’nden akademisyenler, nem oranının genç yetişkinler üzerindeki etkisini incelemişti.

Araştırma ekibinden Rachel Cottle “Beden ısısının hızla artmaya başladığı anı tespit etmeye odaklandık. Çünkü bu sağlık açısından tehlike arz ediyor. Organ yetmezliğine bile yol açabilir” diyor.

Nem yüksek olduğunda bu tehlikeli an, daha düşük sıcaklıklarda gerçekleşiyor.

Cottle sıcak hava dalgalarının yalnızca daha sık ve uzun görülmekle kalmayıp aynı zamanda daha nemli de olduğunu ekliyor.

Hindistan ve Pakistan’ı geçen yıl etkisi altına alan aşırı sıcak hava dalgasında nem oranının da yüksek olduğunu hatırlatıyor:

“Bu geleceğe dair bir endişe değil, günümüze dair bir problem.”

İnsan bedeni normalde 37 derece civarında oluyor. Isımız 40 dereceye yaklaşırsa başımız dönmeye başlıyor ve bayılma ihtimali de artıyor.

Bedenimizin yüksek ısıda kalması kalp kası ve beyne zarar verebiliyor ve bunun da ölümcül sonuçları olabiliyor.

Prof. Bailey “Beden ısısı 41-42 dereceye çıktığında çok belirgin problemler görmeye başlıyoruz ve bu kişiler, müdahale edilmezse hayatlarını kaybedebiliyor” diyor.

Sıcak çarpması denen bu olay bir tıbbi acil durumdur.

Herkesin sıcakla başa çıkma gücü farklıdır fakat yaşlılık ve hastalıklar bu gücümüzü azaltır.

Bir zamanlar deniz kenarında güneşlenirken tadını çıkardığımız dereceler ilerleyen yaşlarda sağlık riski oluşturabilir.

Prof. Bailey bana “Bugün laboratuvarımdan gülen bir yüzle ayrılacaksın. Çünkü bütün veriler bu zor koşullara başarıyla ayak uydurduğunu gösteriyor” diyor.

Ne yapmalı?

Sıcakla başa çıkma yollarının büyük bir kısmı zaten çoğu kişi tarafından bilinir: Gölgede kalın, bol kıyafetler giyinin, alkol kullanmayın, evinizi serin tutun, günün en sıcak saatlerinde spor yapmayın, bol su için.

Prof. Bailey “Bir diğeri de güneş yanığı olmamak. Hafif bir güneş yanığı bile bedenimizin ısı ayarlamasını iki haftalığına etkileyebiliyor” diyor.

  • Georgina Rannard, Mark Poynting, Jana Tauschinski, Becky Dale
  • Unvan,BBC İklim muhabiri ve veri ekibi

İklim değişikliğinin etkisiyle ısınan okyanuslarda su sıcaklığı şu ana kadar kayda geçen en yüksek düzeyine çıktı. Sulardaki ısının bu kadar yükselmesi gezegenin sağlığı açısından çok vahim sonuçlara yol açıyor.

Avrupa Birliği’nin iklim değişikliğini izleyen kuruluşu Copernicus, bu hafta günlük ortalama deniz yüzeyi sıcaklığının 2016 yılının aynı dönemindeki son rekoru aştığını duyurdu.

Deniz yüzeyi sıcaklığı, yılın bu döneminin ortalamasının çok üzerinde 20,96 dereceye kadar çıktı.

İklim dengesi açısından hayati öneme sahip olan okyanuslar, sıcaklığı emiyor, Dünya’nın oksijeninin yarısını üretiyor ve düzenli hava hareketlerini oluşturuyorlar.

Suların, ısındıkça, karbondioksit emme kapasitesi azalıyor. Bu da gezegenin ısınmasına yol açan atmosferdeki gazların miktarının daha fazla olması demek.

Suların ısısının artması aynı zamanda buzulların eriyerek okyanuslara karışması ve deniz seviyelerinin yükselmesini de hızlandırabilir.

Isınan okyanuslar ve sıcak hava dalgaları deniz canlıları, örneğin balıklar ve balinalar gibi türlerin soğuk su arayışıyla göçmesine, bu da beslenme zincirinin bozulmasına yol açıyor. Uzmanlar bu nedenle sulardaki balık sayısının azalabileceği uyarısında bulunuyor.

Suların ısınmasının bir başka sonucu da köpek balıkları gibi türlerin değişimden huzursuz olarak saldırganlaşması.

Meksika Körfezi’ndeki Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nde okyanusların ısınmasını gözlemleyen uzmanlardan Dr Kathryn Lesneski “Okyanusun suyu, içine girdiğinizde banyo suyu gibi. Şu anda Florida açıklarındaki mercan kayalıklarında yaygın beyazlaşma görülüyor ve birçok mercan resifi öldü bile” diyor.

İngiltere’de Plymouth Deniz Laboratuvarı’ndan Dr Matt Frost kirlenme ve aşırı avlanmaya da işaret ederek “Okyanuslar üzerinde oluşturduığumuz baskı tarihin en yüksek düzeyinde” diyor.

Bilim insanları ayrıca okyanus sıcaklığı rekorunun zamanlamasını da kaygı verici buluyor.

AB’nin Copernicus İklim Değilikliği kuruluşundan Dr Samantha Burgess, okyanusların en sıcak olduğu ayın Ağustos değil Mart olması gerektiğini söylüyor.

“Bu rekorun Ağustos’da kırılmış olması, suların önümüzdeki Mart ayında ne kadar daha ısınacağı konusunda beni endişelendiriyor” diye sürdürüyor.

Yukarıdaki grafikte şu anda okyanus sıcaklıklarının yılın bu dönemindeki ortalamalarından ne kadar yüksek olduğu görülebiliyor. Kırmızı çizgi 2023’ü temsil ediyor.

İklim değişikliğinin İskoçya kıyılarındaki etkilerini gözlemleyen İskoç Deniz Bilimleri Birliği’nden Profesör Mike Burrows “Bu değişimin ne kadar hızlı yaşandığını görmek korkutucu” diyor.

Bilim insanları, okyanusların şu sıralarda neden bu kadar ısındığını inceliyor fakat kesin olarak söyledikleri şey şu: İklim değişikliği, okyanusların, küresel ısınmaya sebep olan sera gazlarından giderek artan miktarda emerek ısınmasına yol açıyor.

Dr Burgess “Ne kadar çok fosil yakıt kullanırsak, okyanuslar o kadar daha fazla ısıyı emecektir. Bu da istikrarın sağlanması ve ısının düşürülmesinin çok daha uzun zaman alacağı anlamına geliyor.

Geçen hafta kırılan deniz sıcaklığı rekoru, son olarak 2016’da Mart ayında aşılmıştı. Üstelik sıcak hava hareketi El Niño’nun en güçlü olduğu günlerde.

El Niño, sıcak suların Güney Amerika’nın Batı sahillerinde yüzeye çıkarak küresel sıcaklıkların yükselmesine yol açan doğal bir iklim hareketi.

Şu an da yeni bir El Niño’nun başlangıcındayız. Fakat bilim insanları henüz çok kuvvetli olmadığını söylüyorlar. Bu da önümüzdeki aylarda El Niño kuvvetlendikçe okyanus ısısının, ortalamanın daha da üzerine çıkabileceğine işaret ediyor.

Bu yıl okyanus ısısı ortalaması rekoru kırılmadan önce

İngiltere, Atlas Okyanusu’nun kuzeyi, Akdeniz ve Meksika Körfezi’nde bir dizi deniz ısınması dalgasıyaşandı.

Profesör Burgess “Yaşanan deniz sıcaklığı dalgaları, beklemediğimiz, sıradışı yerlerde yaşandı” diyor.

Birleşik Krallık sularında Meteoroloji Dairesi ve Avrupa Uzay Kurumu verilerine göre bu Haziran ayında su sıcaklığı ortalamanın 3 ile 5 derece üzerindeydi.

Florida’da deniz yüzeyi ısısı geçen hafta 38,44C’ye, bir sıcak su banyosu ile kıyaslanabilecek bir düzeye ulaştı. Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosfer Olayları kurumuna göre, normal olarak burada suyun sıcaklığının bu mevsimde 23C ile 31C arasında olması gerekiyor.

Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’nin verilerine göre deniz sıcaklığı dalgalarının sıklığı 1982 ile 2016 yılları arasında iki mislime çıktı ve bu dalgaların yoğunluğu ve süresi de 1980’den bu yana arttı.

Son yıllarda hava sıcaklıkları dramatik artışlar gösterdi ama suların ısınması daha uzun sürüyordu. Şimdi okyanus sıcaklığındaki artışın da hızlandığına dair belirtiler var.

Bir teoriye göre de okyanusların derinliklerinde depolanmış büyük miktarlarda sıcaklık belki de El Niño ile bağlantılı olarak su yüzüne çıkıyor olabilir.

Bilim insanları deniz yüzeyinin sıcaklığının, sera gazları nedeniyle artmaya devam edeceğini biliyorlardı ama yine de bu sıcaklığın neden bu yıl geçen yılların çok üzerinde çıktığını araştırmayı sürdürüyorlar.

Bilim insanları, sıtmanın sivrisineklerden insanlara bulaşmasını durdurmaya yardımcı olabilecek, doğal olarak oluşan bir bakteri türü keşfetti.

Keşif, bir deney sırasında, bir sivrisinek kolonisinin sıtma paraziti geliştirmediğinin fark edilmesi üzerine, “şans eseri” gerçekleşti.

Araştırmacılar bu bakterinin dünyanın en eski hastalıklarından biri olan ve her yıl yaklaşık 600 bin kişiyi öldüren sıtmayla mücadelenin yeni araçlarından biri olabileceğini söylüyor.

Bilim insanları şu an bu bakteriyi “gerçek dünya koşullarında” kullanmanın güvenli olup olmadığı üzerine çalışıyor.

Nasıl fark edildi?

İspanya’da GSK ilaç şirketine çalışan bilim insanları, ilaç geliştirme araştırmaları sırasında bir sivrisinek kolonisinin sıtma taşımayı bıraktığını fark etti.

Araştırmayı yürüten Dr Janneth Rodrigues, “Sivrisineklerdeki enfeksiyon oranı azalmaya başladı ve sene sonuna doğru sivrisinekler sıtma parazitiyle enfekte olmaz hale geldi” dedi.

Araştırma ekibi 2014’teki deneyin örneklerini dondurdu ve iki yıl sonra neler olduğunu anlamak üzere bu örnekleri yeniden incelemeye başladı.

Yapılan araştırmalar, çevrede doğal olarak bulunan TC1 adlı özel bir bakteri türünün sivrisineklerin bağırsaklarında sıtma parazitinin gelişimini engellediğini ortaya koydu.

Dr Rodrigues, “Bu bakteri sivrisineğin bağırsaklarına yerleştiğinde, ömrü boyunca kalıyor. Ve keşfettik ki, sivrisineklerdeki bulaşı azaltan şey bu bakteriymiş” dedi.

Sonuçları Science dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, bu bakteri bir sivrisineğin parazit yükünü yüzde 73 oranında azaltabiliyor.

Bakteri, sivrisineğin bağırsağında büyüyen sıtma parazitinin erken evre gelişimini engelleyen “harmane” adı verilen küçük bir molekül salgılayarak çalışıyor.

ABD’deki Johns Hopkins Üniversitesi ile birlikte çalışan GSK araştırmacıları, “harmane”ın sivrisinek tarafından ya -şekerle karıştırılması halinde- ağız yoluyla sindirilebildiğini ya da temas yoluyla üst deriden emilebildiğini buldu.

Bu keşif, sivrisineklerin konduğu yüzeylerin bu aktif bileşimle işlenmesi olasılığını doğuruyor.

Sıtmaya karşı ‘bir silah daha’

Araştırmalar Burkino Faso’da “Sivsirinek Küresi” adı verilen kapalı bir alanda sürüyor. Amaç, “harmane”ın gerçek dünyada kullanımının ne derece etkili ve güvenli olduğunu anlayabilmek.

Başarılı olunur ve bakteri tabanlı bu buluş bir ürüne dönüştürülebilirse, dünyanın en eski hastalıklarından birine karşı savaşımızda bir silahımız daha olabilir.

Her yıl yaklaşık 620 bin kişi sıtma nedeniyle hayatını kaybediyor ve bunların çoğu 5 yaş altı çocuklar.

Sıtmaya karşı aşı geliştirildi, ancak Afrika’da aşılanma oranları hala düşük.

Bilim insanları, Güney Amerika ülkesi Peru’da bulunan bir balina fosilinin, Dünya’da şimdiye kadar keşfedilen en ağır hayvan olabileceğini söyledi.

Yaklaşık 200 ton ağırlığında olduğu düşünülen balinanın uzun süre önce soyu tükendi.

Araştırmacılara göre, sadece çok büyük mavi balina örnekleri bu türün ağırlığıyla yarışmış olabilir.

Hayvanın fosilleşmiş kemikleri, güney Peru’da çöllerdeki kazılar sonucu bulunduğu için bu türe “Perucetus colossus” adı verildi.

Kalıntıların çevresindeki tabakaların tarihlenmesi sonucunda balinanın, yaklaşık 39 milyon yıl önce yaşadığı düşünülüyor.

Araştırma paleontolog Dr. Mario Urbina’nın öncülüğünde gerçekleştirildi. Ekibin bir parçası olan Dr. Eli Amson, “Fosiller aslında 13 yıl önce keşfedildi, ancak boyutları ve şekli nedeniyle sadece üç yıl önce Peru’nun başkenti Lima’ya getirilerek incelendi” dedi.

Basilosaurid adı verilen erken tür bir balinaya ait 18 kemik çıkarıldı. Kemikler arasında 13 omur, dört kaburga ve bir kalça kemiğinin bir kısmı mevcuttu.

Ancak parça parça olan kalıntılar ve kemiklerin yaşına rağmen, bilim insanları hayvan hakkında daha önemli sonuçlara ulaşmayı başardı.

Özellikle, iç boşlukların dolduğu bir süreç olan osteoskleroz nedeniyle kemiklerin son derece yoğun olduğu anlaşıldı. Ayrıca kemikler, dış yüzeylerinde pachyostosis adı verilen ekstra büyümeye sahipti.

Ekip, bunların bir hastalık olmadığını, bu büyük balinanın sığ sularda beslenirken gereken dengeyi sağlaması için geçirdiği bir adaptasyon olduğunu söyledi. Günümüzde benzer kemik özellikleri manatilerde veya deniz ineklerinde görülüyor.

Bilim insanları, türlerin şeklini ve kütlesini yeniden oluşturmak için, nesli uzun süre önce tükenmiş türlerle modellemeler kullanarak bazı kıyaslamalar yapıyor. Bunun için benzer özelliklere sahip canlı organizmaların biyolojisi hakkındaki bilgilere ihtiyaç duyuluyor.

Tahminlere göre, Perucetus’un boyu yaklaşık 17-20 metreydi. Bu olağanüstü bir boyut değil. Ancak hayvanın sadece kemik kütlesinin, 5,3-7,6 ton arasında bir yerde olduğu düşünülüyor. Organlar, kaslar ve yağ dokusunu eklediğinizde, varsayımlara bağlı olarak, hayvanın toplam ağırlığı 85 ton ile 320 ton arasında olabilir.

Almanya’da Stuttgart Doğa Tarihi Devlet Müzesi’nde küratör olan Dr. Amson, 180 ton ağırlığı medyan, yani ortalama değer olarak kullanıyor.

Kayıtlara geçen en büyük mavi balinalar da bu ağırlıktaydı.

BBC’ye konuşan Dr. Amson, “Perucetus’un mavi balinayla aynı klasmanda olduğunu söylemeli” dedi ve şöyle devam etti:

“Ancak elimizdeki hayvanın özellikle büyük ya da küçük olmasına dair bir neden yok. Muhtemelen genel popülasyonun bir parçasıydı. Bu nedenle, medyan tahmini kullandığımızda, mavi balinaların sahip olabileceği en yüksek aralıklarda olduğunu göz önünde tutuyoruz.”

Araştırma ekibi yaptığı karşılaştırmalarda, Londra Doğal Tarih Müzesini ziyaret etmiş olan herkese çok tanıdık gelecek bir mavi balinayı kullandı.

“Hope” adı verilen hayvanın iskeleti 2017 yılında ana salondaki tavana asıldı.

Ancak kurulumdan önce, iskelet detaylı bir şekilde tarandı ve tanımlandı. Şimdi ise dünyanın dört bir yanındaki bilim insanları için önemli bir veri kaynağı.

Londra Doğal Tarih Müzesi’nin deniz memelileri küratörü Richard Sabin, yeni bulgunun heyecan verici olduğunu ve bir yönünü Londra’da sergilemeyi çok istediklerini belirtiyor.

Sabin, Hope’u dijitale dönüştürmek için zaman harcadıklarını, sadece kemiklerin ağırlığını değil, aynı zamanda şeklini de ölçtüklerini ve bugün balinanın insanlar için bir tür referans noktası haline geldiğini söyledi.

“’En büyük hangisiydi?’ gibi karşılaştırmalara takılmıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bilim her zaman yeni verilerle karşımıza çıkacak.

“Biz dev balinaların 4,5 milyon yıl önce yaşadığını düşünürken, Perucetus’un en harika yanı, bu büyüklükte bir balinanın 30 milyon yıldan önce yaşamış olması.”

 

Nick Triggle | Sağlık Muhabiri

İsveç’te yapılan bir araştırma, yapay zekanın meme kanseri için çekilen röntgenleri inceleyerek kanseri tespit edebileceğini ortaya koydu.

Lund Üniversitesi’nden bilim insanları, yapay zekanın tespit başarı oranının iki radyologla birlikte yapılan normal teşhis süreciyle aynı olduğunu açıkladı.

Öte yandan bilim insanları bunun yaygın bir şekilde kullanılması için daha fazla araştırmaya gerek duyulduğunu da ekledi.

İngiltere’deki uzmanlar da yapay zekanın meme kanseri teşhisinde büyük potansiyele sahip olduğu konusunda hemfikir.

İngiltere’de daha önce yapılan yapay zeka denemeleri, geçmişte teşhis edilmiş meme kanseri röntgenleri üzerinden çalışırken; bu seferki araştırma, iki radyoloğun teşhis süreciyle eş zamanlı yürütüldü.

Lancet Oncology adlı hakemli dergide yayımlanan araştırmada İsveç’te ortalama 54 yaşındaki 80 binden fazla kadının mamografisi incelendi.

Görüntülerin yarısı normal prosedür olan iki radyolog tarafından incelenirken, diğer yarısı da yapay zeka tarafından incelendikten sonra bir veya iki radyoloğa sunuldu.

Standart yöntemde radyologlar 203 meme kanseri tespit ederken, yapay zeka 244 kadında meme kanseri olduğunu saptadı.

Yapay zekanın yanlış pozitif, yani meme kanseri olmayan birine kanser teşhisi koyma oranı da normal prosedürle aynı çıktı: Yüzde 1,5.

  • Philippa Roxby
  • Unvan,Sağlık Muhabiri

İngiltere’de yapılan yeni bir araştırmaya göre, çalıştığımız ve izin günlerimiz arasında uyku alışkanlıklarındaki küçük farklar, bağırsaklarımızdaki bakterilerde sağlıksız değişikliklere yol açabilir.

Araştırmacıların ulaştığı sonuçlara göre bağırsaklardaki bu değişikliklerin nedeni, “sosyal jetlag” olarak adlandırılan durumda olan insanların, daha kötü beslenmeleri olabilir.

Hafta içinde, hafta sonuna kıyasla çok farklı saatlerde uyuyup uyanmak, “sosyal jetlag” olarak adlandırılıyor.

Uyku düzeninin aşırı derecede bozulması, özellikle de vardiyalı çalışma gibi durumlar, sağlık üzerinde olumsuz etkilere sahip.

Yatma ve uyanma saatlerini düzenli tutmak ve sağlıklı beslenmek, hastalık riskimizi azaltmaya yardımcı olabilir.

Kings College London’daki bilim insanları tarafından yaklaşık bin yetişkin üzerinde yapılan çalışma, normal seyreden bir hafta boyunca gece uykusunun orta noktasındaki 90 dakikalık bir farkın bile, insan bağırsağındaki bakteri türlerini etkileyebileceğini ortaya koydu.

Bağırsak sistemimizde farklı türde bakterilere sahip olmak önemli. Bazıları diğerlerinden daha iyi olsa bile doğru çeşitliliğe sahip olmak pek çok hastalığı önlemek için kilit önemde.

Çalışmanın yazarlarından Kate Bermingham, “Sosyal jetlag, sağlığınızla olumsuz ilişkilere sahip mikrobiyota türlerine neden olabilir” dedi.

Çalışmaya göre, İngiltere nüfusunun yüzde 40’ından fazlası bu durumdan muzdarip. En yaygın olarak gençler ve genç yetişkinlerde görülüyor, yaşlandıkça azalıyor.

Avrupa Beslenme Dergisi’nde yayımlanan bu çalışmaya katılanların uykuları ve kan değerleri analiz edildi, dışkı örnekleri toplandı ve yedikleri her şey de kayıt altında tutuldu.

Sosyal jetlag yaşayanlar (yüzde 16), patates, cips ve şekerli içecekler gibi yüksek karbonhidrat içeren bir beslenmeyi benimsemeye daha yatkındılar, az miktarda meyve ve kuruyemiş tüketiyorlardı.

Daha önceki araştırmalarda da sosyal jetlag yaşayan insanların daha düzenli uyku saatlerine sahip insanlara kıyasla daha az lifli yiyecek tükettiği sonucu ortaya çıkmıştı ve yine sosyal jetlag’in kilo alımı, hastalık ve zihinsel yorgunlukla ilişkilendirildiği sonucuna varılmıştı.

Dr. Bermingham, “Kalitesiz uyku, tercihlerimizi etkiler. Bu durumlarda insanlar daha yüksek karbonhidratlı veya şekerli gıdaları yemek ister” diyor.

Sağlıksız bir beslenme bağırsaktaki belirli bakteri düzeylerini etkileyebilir.

Araştırmacılar, sosyal jetlag yaşayan grupta daha yaygın olan altı mikrobiyota türünden üçünün, düşük kaliteli beslenme, obezite ve yüksek düzeyde inflamasyon ve felç riski ile ilişkilendirildiğini buldular.

Uyku, beslenme ve bağırsak bakterileri arasındaki ilişki oldukça karmaşık. Keşfedilmesi gereken çok sayıda konu mevcut.

Uzmanların tavsiyesi ise hafta boyunca mümkün olduğunca tutarlı olma yönünde.

King’s College London’dan Dr. Sarah Berry, düzenli uyku düzenini korumak, her gün yatağa gidilen ve uyanılan zamanı belirlemenin kolayca ayarlanabilir bir yaşam tarzı olduğunu söylüyor:

“Bu, bağırsak mikrobiyomunuz aracılığıla sağlığınıza olumlu etki edebilir.”

Sağlıklı beslenme nasıl olmalı?

İngiltere Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin (NHS) web sitesinde şu öneriler yer alıyor:

Günde en az beş porsiyon çeşitli meyve ve sebze tüketin

Yemekleri patates, ekmek, pirinç veya makarnadan yapılan yüksek lifli nişastalı gıdalar üzerine kurun

Süt veya süt alternatiflerinden bir miktar tüketin. Düşük yağlı veya düşük şekerli seçenekleri tercih edin

Baklagil, kuru fasulye, balık, yumurta, et gibi protein kaynaklarını tüketin

Doymamış yağları tercih edin ve bunları küçük miktarlarda tüketin

Bol miktarda sıvı tüketin (günde en az 6-8 bardak)

“Şimdi başarınızın sonuçlarıyla yüzleşme sırası sizde.”

Bu cümleyi Albert Einstein; Oppenheimer’ın 1940’larda ABD’nin Manhattan Projesi’ni yöneterek atom bombasının “babası” haline gelmesinin öyküsünü anlatan aynı isimli filmin sonunda söylüyor.

Filmde Einstein, Oppenheimer’ın hayatının son döneminde görülüyor. İki bilim insanı da; Oppenheimer’ın 1947’den 1966’ya kadar direktörlüğünü yaptığı Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü’ndeyken…

İkisi de dönemin en önemli bilim insanlarındandı. Ancak hem fiziği nasıl anladıkları hem de araştırmalarının dünyaya nasıl hizmet edebileceğine ya da zarar verebileceğine dair inançlarında önemli farklılıklar vardı.

Oppenheimer, 1965’te Einstein’ın ölümünün onuncu yıl dönümü sebebiyle Paris’te düzenlenen bir konferansta “Biz yakın birer meslektaş ve biraz da arkadaştık” diyecekti.

Yönetmen Christopher Nolan, filminde iki fizikçinin kurgusal bir konuşmasını izleyiciyle buluşturuyor. Bu diyalogda, bunalmış bir Oppenheimer, babacan bir Einstein’ın tavsiyesine ihtiyaç duyuyor.

Paralel iki hayat

Gerçek hayatta önemli farklılıklara sahip olmalarına rağmen iki fizikçinin birbirlerine çok saygı duyduğu biliniyor.

Genç Robert Oppenheimer, 1920’lerde mezun olup teorik fizik üzerine uzmanlaşmaya başladığında Einstein halihazırda fizik dalında Nobel Ödülü kazanmış, genel görelilik teorisi (1915) ve Amerikan bilim insanlarını etkileyen diğer çalışmalarıyla bilim dünyasının ana isimlerinden biri olmuştu.

Einstein, Almanya’daki Yahudi zulmü nedeniyle Avrupa’yı terk etmiş, 1932’de çalışmalarına devam ettiği ABD’deki Princeton’a yerleşmişti.

Bir süre sonra, Ağustos 1939’da iş arkadaşı Leo Szilard’ın ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’e yazdığı mektubu imzalamıştı. Bu mektupta, Beyaz Saray, Almanya’nın atom bombası geliştirme ihtimaline karşı uyarılıyordu.

Bunun 1942’de başlayan çok gizli Manhattan Projesi’nin ortaya çıkışının önünü açtığı düşünülüyor. Projenin başına, artık bu alanda önde gelen isimlerden Oppenheimer getirilecekti.

Farklı kaynaklara göre 64 yaşındaki Einstein, Almanya kökeni ve solcu düşünceleri nedeniyle projeye dahil değildi. Ancak bunda, onunla Oppenheimer arasındaki fizik teorileri üzerindeki düşünce farklılıklarının etkisi de olmuştu.

Nolan’ın filminin temelini oluşturan Kei Bird ve Martin J. Sherwin’ın Oppenheimer hakkında yazdıkları biyografide, Amerikalı fizikçinin Einstein’ı “çalışan bilim insanı” olarak değil “fiziğin yaşayan koruyucu azizi olarak” gördüğü belirtiliyor.

Nolan filmde ikilinin bu ilişkisini yansıtmaya çalışıyor. New York Times’a, bunu, yerini kaybeden bir ustayla, onun çalışmalarını devralan bir gencin ilişkisi olarak gördüğünü söylüyor.

Einstein atom bombasında görev aldı mı?

Manhattan Projesi’nin arka planda olduğu filmde, Oppenheimer geliştirdiği atom bombasının yaratacağı patlamanın kapsamıyla ilgili şüphelerini sunuyor. Fizikçi, fikrini almak için Einstein’a gidiyor.

Ancak gerçekte filmdeki gibi bir fikir alışverişi yaşanmadı. Bu ABD’li yönetmenin yaratıcılığıydı:

“Değiştirdiğim şeylerden biri bu. Gerçekten Oppenheimer’ın danıştığı kişi Einstein değil, Chicago Üniversitesi’nde Manhattan Projesi’ne destek veren Arthur Compton’dı.

“Einstein seyircinin tanıdığı bir isim.”

Oppenheimer 1943-1945 yılları arasında Princeton’dan binlerce kilometre uzakta, New Mexico’daki Los Alamos Laboratuvarı’nda çalıştı. Bu süreçte Einstein’la görüştüğüne ya da ona danıştığına dair kesin bir bilgi yok.

Ancak Oppenheimer, Einstein’ın atom bombasının yaratılmasına bir şekilde dahil olduğuna dair iddialara, 1965’teki Paris Konferansı’nda, “Benim düşünceme göre bu iddialar yanlış” şeklinde yorum yaptı.

Ona göre, Başkan Roosevelt’in Almanya’nın atom bombası geliştirme ihtimaline karşı uyarıldığı 1939 tarihli mektubun gerçekte ABD hükümetine bir etkisi olmadı.

Oppenheimer güvenlik tehdidi olarak görüldü

İlk atom bombası denemesinin başarılı olmasının ardından Oppenheimer, çalışmasının Ağustos 1945’te Hiroshima ve Nagasaki’deki patlamalarla sadece bir tehdit değil kitlesel yıkım yaratan bir silah olarak kullanılmasının getirdiği etik sorunla yüzleşti.

Einstein, Szilard ve diğerleri dahil çeşitli bilim insanları, bombaların Japon şehirlerine atılmasını kınadılar, çünkü ülkenin zaten pratikte yenilmiş olduğunu düşünüyorlardı.

Nolan’ın filminin kurgusu, Oppenheimer’ın, geliştirdiği teknolojinin kullanımına sınır getirilmesi gerektiğine dair Washington’daki hükümeti ikna etmeye çalışmasını inceliyor. Ancak siyasiler ona karşı geldi ve ulusal güvenlik tehdidi olarak düşünülerek onun komünistlerle eski ilişkilerini sorguladı.

Bird ve Sherwin, Oppenheimer’ın sekreteri Verna Hobson’ın, Einstein’ın Amerikalı fizikçiye “ülkesine iyi hizmet ettiği için cadı avına boyun eğmek zorunda olmadığını” söylediğine tanık olduğunu yazıyor.

Einstein ona, “Eğer ABD’nin sunduğu ödül bu ise, buna sırtını çevirmesi gerektiğini” söylemişti.

Ancak Hobson, Oppenheimer’ın “Amerika’yı sevdiğini” ve bu sevginin fiziğe olan sevgisi kadar derin olduğunu iddia ediyor.

Oppenheimer ise Hobson’a, “Einstein’ın bunu anlamayacağını” söylemişti.

Einstein’a kalırsa, Oppenheimer’ın Washington’dan fazla bir beklentisi olmamalıydı.

Anlaşmazlıklarına rağmen ikisinin de kendilerine özgü, karşılıklı takdir ve saygısı vardı.

Einstein’ın Oppenheimer için “çok yönlü eğitimiyle sık rastlanmayacak şekilde yetenekli bir adam” dediği, onun fizik anlayışını değil ama kişiliğini takdir ettiği biliniyor.

Buna karşılık Oppenheimer, ölümünün 10. yılında onun hakkında, “Einstein’ın erken çalışması (Genel görelilik teorisi) inanılmaz güzel ancak hata dolu” demiş ardındansa onun düzeltmelerine katıldığını ve bunun 10 yıl aldığını ekleyerek “Hatalarını düzeltmek 10 yıl sürdüyse, o harika bir adamdı” demişti.

  • Aylin Yazan
  • Unvan,BBC Türkçe

Dünyaca ünlü bilim insanı Dr. Canan Dağdeviren, MIT (Massachusetts Institute of Technology) Media Lab’deki ekibiyle birlikte, meme kanserinin teşhisinde çığır açabilecek bir buluşa imza attı.

Giyilebilir ultrason tarama cihazı, sütyen içine takılarak kadınların kolayca ve sık sık tarama yapıp, olası kanser vakalarını erken teşhis etmesine olanak sağlıyor. 6 yıldır üzerinde çalışılan cihazın insan deneyleri yapıldı ve cihaz ABD’de patent aldı.

Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre meme kanseri en sık görülen kanser türü ve sadece 2020’de 2,3 milyon kadına meme kanseri teşhisi kondu, 685 bin kadın hayatını kaybetti.

Çalışmalarını ABD’de sürdüren Dağdeviren, henüz 30 yaşına gelmeden icat ettiği giyilebilir kalp pili ile ismini tüm dünyaya duyurmuştu.

Medikal teknoloji alanında birçok buluşu olan ve çok sayıda ödül alan Dağdeviren, son buluşunun hikayesini, araştırma sürecini ve bundan sonra yapmak istediklerini BBC Türkçe’ye anlattı.

  • “Elektronik sütyen” nedir, nasıl çalışıyor ve ne işe yarıyor?

Elektronik sütyen projesi yaklaşık 6,5 yıldır üzerinde çalıştığımız bir proje. MIT Media Lab’de vücutla uyumlu elektronik aletle üretiyoruz ekip olarak. Bu son proje, kadınları yakından ilgilendiren meme kanserini erken teşhis edebilmek için yapılmış bir cihaz.

Şu an ilk prototipini bitirdik, insan deneylerini yaptık ve aynı zamanda patentini geçtiğimiz hafta aldık. Bundan sonraki aşamada bu teknolojinin sadece laboratuvarda kalmasını istemiyoruz. Aynı zamanda gerçek hayata geçebilsin ve yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadın kullanabilsin istiyoruz.

Yaptığımız hesaplamalara göre (bu arada çok tevazuyla yapılmış bir hesaplama, daha da büyük sayılara da gidebilir) yılda 11 milyon kadının hayatını değiştirebilecek bir proje.

Şimdi son hızla diğer çalışmalara devam ediyoruz. Aleti daha küçülteceğiz, daha portatif hale getireceğiz.

Memenizin üzerine giydikten sonra, sütyeninizin bir parçası olacak ve suyumuzu içerken, kahvenizi içerken herhangi bir fiziksel baskıya gereksinim olmaksızın tüm memenizin tek bir seferdeki fotoğrafını,ultrason fotoğrafını çekebileceksiniz ve bunu da bilgisayarınıza, telefonunuza gönderip büyük datalar toplayabileceksiniz.

Büyük datalar derken mesela her gün bunu yapabileceksiniz veya her hafta bunu yapabileceksiniz.

Şu anki sistemde teşhis için kullanılan en yaygın yöntem mamografi yöntemi. Bu çok etkili bir yöntem olmasının yanı sıra çok radyasyonlu bir yöntem ve riskleri çok fazla. Aynı zamanda fiziksel olarak acı da veren bir süreç. Çoğu insan yaptırmak istemiyor ve özellikle sıkı bir meme dokusuna sahipseniz de doğru sonucu veremediği oluyor.

Şunu da söylemek gerekir; kadınların yüzde 55’i iki mamografi arasında kansere yakalanıyor ve bu kansere yakalandıkları zaman artık hayata tutunma olasılıkları yüzde 22’lere kadar düşüyor.

Fakat bir hastalığı erken teşhis edebilirsek, yaşama şansını yüzde 98’e kadar artırmayı umuyoruz.

‘Bu teknolojiyi tüm kadınlara armağan ediyorum’

Bu proje benim için çok kıymetli ve çok önemli. Hem teyzeme verdiğim sözü tutmam açısından hem de benim de meme kanserine yakalanma riskimin yüksek olması açısından ve birçok kadının meme kanserine yakalanma riskinin yüksek olmasından ötürü aslında ben bu teknolojiyi özellikle kadınlara adadım ve kadınlara armağan ettim.

Onların yalnız olmadığını düşünüyorum ve bir kadının bir kadının ihtiyaçlarını daha iyi anlayabileceğini düşündüğüm için böyle bir dizayn, böyle bir alet tasarladık.

Burada çok güzel, harika öğrencilerim var, tasarımcılar var, malzeme bilimciler var. Fizikçiler ve tıp doktorlarıyla hep birlikte ortak bir çalışma yaparak bunu devam ettirdik.

Bir sonraki aşamasında da bir şirket kurup bunu daha çok markete nasıl hızlı bir şekilde getirebileceğimizi ve nasıl düşük maliyetli yapabileceğimizi araştıracağız.

Özellikle bu tür mamografi ultrasona erişemeyen kadınlar için nasıl bunu daha ucuz hale getirebiliriz onun üzerinde çalışıyoruz.

Şu an buna benzer bir başka ürün yok. Sadece hastanelerde kullandığımız, kalın uçlu, düz olan, her zaman kullanılan cihazlar var. Ama giyilebilir, bir operatöre gerek olmaksızın takılabilir, sütyenin bir parçası olabilir ve ultrason jeline gerek kalmadan çalışabilir bir teknoloji yok.

  • Peki bu erişilebilir bir cihaz mı olacak? Maliyetinin ne kadar olacağı tahmin ediliyor? Ne sıklıkta kullanmak gerekecek?

Bunların hepsi bizim de zamanla cevabını bulacağımız sorular. Günde bir mi, ayda bir mi, haftada bir mi tarama yapmamız gerektiğini henüz biz de tam olarak kestiremedik. Tıp doktorları ve onkolojistlerle istişare yapıp onlarla birlikte kararımızı daha iyi verebileceğiz. Fakat ne kadar çok data olursa, o kadar çok daha iyi sonuca ulaşma imkanı olacak diye tahmin ediyoruz.

Maliyeti konusundaysa… Şu an sadece araştırma aşamasında olduğundan ve henüz çok büyük miktarlarda üretmediğimiz için, bir alet yaklaşık 1.000 dolara mal oluyor.

Fakat 3-4 yıl içerisinde bu maliyetin daha da aşağı düşmesini bekliyoruz. Çünkü çok fazla üreteceğiz ve maliyet düşmüş olacak.

Bir de bu aletle her gün ölçüm dahi yapsanız bir ölçüm yaklaşık üç dolara mal olacak. Bu da sizin içtiğimiz her bir içtiğiniz kahvenin fiyatı kadar.

Fakat normal mamografi ya da ultrasona yaklaşık 2.000-2.500 dolar gibi paralar ödüyorsunuz.

Bu teknolojiyle sadece hayata tutunma olasılığı artmayacak. Aynı zamanda kanser hastalığının meme kanseri için harcadığımız parayı yıllık olarak yarıya düşürmüş olacağız.

2022 yılında sadece ABD’de kansere harcanan para 28 milyar dolar ve bu teknolojiyle bunu yarıya düşüreceğimizi tahmin ediyoruz.

  • Sütyenin teknolojisinden basitçe bahsedebilir misiniz? Nasıl bir görüntüleme sistemi kullanıyor?

Öncelikle radyasyon konusundan bahsedelim. Hiç radyasyon olmayan bir teknoloji bu çünkü burada ultrason dalgalarını kullanıyoruz ve bu dalgalar, piezoelektrik denilen bir malzeme. Benim bütün yaptığım çalışmaların ana taşı piezoelektrik.

Bir voltaj uyguluyorsunuz. Voltaj uyguladığınız zaman alet şekil değiştiriyor. Şekil değiştirdiğinde bir dalga oluşturuyor. Bu dalga herhangi bir odaklandığınız etin, et parçasının içine giriyor, hareket ediyor ve orada herhangi bir bozukluk olduğunda o dalga oradan tekrar geri yansıyor ve yansıyan dalgayı da yine piezoelektrik malzemeyle çekiyorsunuz. O analog sinyali dijital sinyale dönüştürüp siyah beyaz bir film oluşturuyorsunuz, ultrason filmi.

Hatta ben yaklaşık dört ay önce doğum yaptım, ilk bebeğimi dünyaya getirdim. Kendi karnımın üzerinde de bu cihazı denemiştim. Bebeğimin nasıl hareket ettiğini, vücudunun parçalarını çok iyi bir şekilde görebilmiştim.

Yani teknoloji çok fonksiyonlu. O nedenle ben kendi çocuğumun üzerinde bile denedim ve radyasyon kesinlikle yok ve çok iyi bir teknoloji, herhangi bir fiziksel baskı da uygulamadığımız için gayet iyi bir şekilde ölçümü, ağrısız, sınırsız bir şekilde yapabiliyorsunuz.

Projenin ilham kaynağı meme kanserinden ölen teyze

  • Projenin ilham kaynağı ve motivasyonu aslında acı bir hikayeye, meme kanserinden ölen teyzenize dayanıyor değil mi?

2015 yılında teyzem Fatma (Hollanda’da yaşıyordu ailesiyle birlikte) ve rutin bir şekilde memelerini kontrol ettirdiği halde, çok agresif bir meme kanserine yakalandı ve sadece 6 ay hayata tutunabildi.

Bu süre zarfında ben de MIT’de doktora sonrası araştırmalarımı yapıyordum ve izin alıp hemen Hollanda’ya teyzemin yanına gittim.

Teyzemle son on on iki günü birlikte geçirdik. Tabii sadece hastalar için değil, yakınları için de çok acılı bir dönem, ben bunu çok iyi yaşadım.

Teyzem çok gençti, 49 yaşındaydı. Ölmek aklının ucundan dahi geçmiyordu, hatta ölmek istemiyordu. Bir şekilde birazcık rahatlasın, kendini daha iyi hissetsin diye küçük bir kağıt çıkarıp, yatağının yanıbaşında birlikte çizmiştik projeyi: “Teyze şöyle olsa nasıl olur, bir sütyen taksan, ultrason içinde olsa…”

Çünkü geç kalınmıştı teyzem için, geç kalınmadan memenin değişikliklerini incelesek nasıl olur demiştim. Onun da çok hoşuna gitmişti. Bazı geri bildirimler vermişti, şöyle olsun, böyle olsun diye.

Sadece Fatma teyzem için değil birçok Fatma teyzeye yararlı olabilmesi için… Bir kağıt üzerinde tamamen bir hayaldi ama şimdi gerçek, onu ellerimde tutabiliyorum. Kadınların memeleri üzerinde deneyebiliyorum. Kendim üzerimde deneyebiliyorum ve şu an markette olan ultrason cihazlarıyla karşılaştırabiliyorum ve ne kadar iyi sonuçlar aldığımızı görebiliyorum.

O nedenle çok heyecanlıyım ve çok mutluyum.

‘Giyilebilir kalp pili’nin motivasyonu da aileden

Genelde ben ve öğrencilerim, biz deneylerimizi aile üyelerimizin hastalıklarına çare bulabilmek adına yapıyoruz.

Genelde bilim insanları doğadan etkilenirler, oradan feyz alırlar. Bizimkisi aile üyelerimizden örnek alınıp feyz alınıp yapılmış projeler.

Giyilebilir kalp pili de hiç görmediğim ve çok genç yaşta vefat eden dedem için yaptığım bir projeydi.

‘Annelikle birlikte verimliliğim arttı’

  • 4 ay önce anne oldunuz, bunun sizin çalışmalarınız üzerinde nasıl bir etkisi oldu?

Daha verimli olduğumu düşünüyorum özellikle çocuktan sonra. Olaylara bakış açım ve olayları çözme yöntemim birazcık daha farklılaştı diyebilirim. Tayga Can oğlum, ondan her gün yeni bir şey öğreniyorum. Tayga’yla birlikte yeniden doğmuş ve yeniden büyüyormuşum gibi hissediyorum. O nedenle çok keyifli bir süreç.

‘Ben yaptıysam onlar da yapabilirler’

Çok sayıda gence de danışmanlık veriyor ve ilham kaynağı oluyorsunuz, onlardan nasıl mesajlar geliyor? Bir röportajınızda size “Mevlana” diyenler olduğundan bahsetmiştiniz, bu doğru mu?

Bugün MIT’de yaz okuluna gelmiş yeni bir arkadaşla tanıştım Can Erol diye. Buraya gelip bizim yaptığımız çalışmaları incelemek istemiş ve geldiğinde şöyle bir şey söyledi; “Siz belki farkında değilsiniz ama Türkiye’den birçok genç sizi izliyor ve biz sizin yaptığınız çalışmaları çok beğeniyoruz”.

Laboratuvarımıza geldi. Ben onu başka öğrencilerin de tanıştırdım.

Mevlana gibi kapıyı çalan herkese kapıyı açmaya çalışıyorum. Dini, dili, rengi, ırkı, cinsiyeti, fark etmeksizin herkesi bilimin kucaklayıcı yapısı altında toparlamaya çalışıyorum. Çocuklarla gençlerle Türkiye’ye her geldiğimde görüşmeyi umut ediyorum ve sürekli görüşmeye çalışıyorum. Çünkü eğer ben yapabilirsem onlar da yapabilir, ona inanıyorum.

Hatta yakın zamanda bir arkadaşımızın yeğeni geldi ve o da Hacettepe Üniversitesi fizik mühendisliğini kazanmış. Karşımda otururken “Sizden etkilenerek bu bölümü seçtim” dedi ve çok etkilendim.

Birçok gencin seçtiği bölümden mesleğe kadar onların kafasında bir şeyler değiştirebileceğini görmek bile büyük bir hazdı benim için genç bir bilim insanı olarak.

Sadece yaptığım başarılar, elde ettiğim patentler ve makaleler değil, aynı zamanda gençlerin beyninde ve kalbinde “ben de yapabilirim” fikrini uyandırmak benim en büyük misyonlarımdan biri.

‘En güzel projem henüz yapmadığım projem’

  • Bilim yaşamınızda en unutamadığınız an ya da projeniz nedir?

Nazım Hikmet’in “En güzel gün, henüz yaşamadığımız gün” tarzında bir dizesi vardır. Benim de en güzel projem henüz yapmadığım projem bence.

Her proje birbirinden güzel, her türlü proje birbirinden keyifli, hepsinin bambaşka anıları var ve bambaşka serüvenlerden geçtim. Her şey çok kolay olmadı maalesef.

Deneyleri dizayn etmekten, aletleri yapmaya ve bunları hayvanlar ve insanlar üzerinde denemeye kadar birçok problemle karşılaştım, hem duygusal hem finansal, hem kültürel.

O nedenle henüz en güzel projemi yaptığımı düşünmüyorum. Bir sonraki yıl, bir sonraki başka yıl, başka güzel projeler yapabileceğimizi düşünüyorum. Henüz yolun başındayız diyorum.

line

Dr. Canan Dağdeviren kimdir?

Canan Dağdeviren, son yıllarda ismini bilim dünyasında duyuran en başarılı Türk bilim kadınlarından.

1985 yılında İstanbul’da doğan Dağdeviren, ilk ve orta eğitimini Kocaeli’de tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği okudu. 2009 yılında Sabancı Üniversitesi Malzeme Bilimi ve Mühendisliği programında yüksek lisans derecesi alan Dağdeviren, aynı yıl Fulbright gen bursu kazanarak ABD’ye gitti.

2014 yılında Illinois Üniversitesi’nde Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümünde doktora derecesini aldı.

Doktora süresince fizik, elektronik, kimya, malzeme, mekanik ve tıp alanlarının kapsamına giren esnek ve katlanabilir, vücut içine ve deri üstüne giyilebilir elektronik aletler üzerine çalışmalar yaptı.

Giyilebilir kalp pili, pilsiz çalışan kalp çipi, cilt kanseri testi, beyin iğnesi, sindirilebilir sensör bunlardan bazıları.

Şu an Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Media Lab’da çalışmalarını sürdüren Dağdeviren’in Harvard Üniversitesi’nde genç akademi üyeliği bulunuyor.

Dr. Dağdeviren geçmişteki çalışmalarıyla Forbes dergisinin “30 yaşından küçük 30 bilim insanı” listesine de girmişti.

  • Matt McGrath
  • Unvan,BBC Çevre Muhabiri

İngiltere Meteoroloji Ofisi (Met) tahminlerine göre, İngiltere’de 2022 yılında kırılan sıcaklık rekorları, bu yüzyılın sonunda “serin” olarak kabul edilecek.

Met tarafından yayımlanan raporda, geçen yıl 40°C’nin üzerinde yaşanan sıcaklıklar “olağanüstü” olarak nitelendiriliyor.

Raporu kaleme alan bilim insanları, karbon emisyonlarının beklendiği gibi devam etmesi durumunda 2022’de yaşanan sıcaklıkların 2060 yılında ortalamaya dönüşeceğini, 2100 yılı itibarıyla da ortalamanın altında kalacağını belirtiyor.

Geçen yılın sıcaklık rekorlarının kırılmasında önemli etkenlerden birisi de iklim değişikliğinin Birleşik Krallık’ın her bölgesinde giderek artan etkisiydi.

Yağışlar şu anda İngiltere ikliminde belirleyici bir faktör olsa da, sadece bir yıl önce ülke güçlü bir sıcak hava dalgasıyla karşı karşıya kalmıştı. 2022, 1884’ten beri en sıcak yıl olarak kayıtlara geçmişti.

Geçen yıl İngiltere’nin en yüksek günlük sıcaklık değeri, Lincolnshire bölgesindeki Coningsby kasabasında 40,3°C ile ölçülmüştü. Met’e göre bu münferit bir vaka değildi ve yıl boyunca sürekli bir sıcaklık hakimdi.

Met’in 2022 İngiltere İklim Durumu raporu, Aralık hariç geçen yılın her ayının 1991-2020 ortalamasından daha sıcak olduğunu gösteriyor.

Çalışmanın anahtar noktalarından biri, İngiltere’deki aşırı sıcaklıkların, sıcaklık ortalamasından çok daha hızlı değişmesi.

Raporun baş yazarı Mike Kendon, “Yaşadığımız en sıcak günler, bunlar da belirgin bir şekilde artıyor” diyor.

30, 32 veya 35°C’yi aşan çok daha fazla gün görüleceğini belirten Kendon, “Daha sıcak yazlar da daha sıcak günler de sıklaşacak” tahmininde bulunuyor.

Geçen sene çok sıcak olsa da İngiltere’de şu an daha yağışlı bir yaz hakim.

Bunun temel nedenlerinden biri, hava sistemlerini Atlantik’ten İngiltere’ye taşıyan yüksek hıza sahip hava akımı, yani bir diğer deyişle jet akımı.

Son yıllarda jet akımı sıkışmış kalmış gibi görünüyor. Bu da hava sistemlerinin haftalar boyunca sabit kalmasına veya “bloke” olmasına neden oluyor. Bu değişikliğin ısınan iklim tarafından tetiklendiği düşüncesi var.

Kraliyet Meteoroloji Derneği’nden Profesör Liz Bentley, “Henüz kesin bir kanıt yok gibi görünüyor, ancak şu anda sahip olduğumuz gibi aşırı derecede kalıcı, sabit hava modellerinin daha fazla olduğunu gösteren bazı bilimsel çalışmalar da var” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Gelecekte iklim değişikliğinin bunlara yol açtığı yönündeki kesin kanıtları görmek ilginç olacak.”

Met raporunun yazarları, İngiltere için 2022’deki rekor sıcaklıklarda iklim değişikliğinin önemli ölçüde etkisi olduğunu söylüyor.

Kendon, “Şu anda Avrupa’nın güneyinde meydana gelen sıcak hava dalgası, geçen yıl gördüğümüz sıcak hava dalgası, tüm bunlar bir modele uyuyor. Bu şeyler, iklimimizin değişmekte olduğunu vurguluyor. Şu anda ve hızla değişiyor.”

Geleceğe bakıldığında, orta düzeyde emisyon senaryosu altında, yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiltere’nin bir yıl içinde 40°C’ye ulaşma olasılığı 15’te 1 olarak görülüyor.

Bentley, “Bu (aşırı sıcaklık) eğilimi bu yüzyıl boyunca artacak,” diyor.

“Gelecekteki iklim projeksiyonlarına bakarsanız, daha sıcak, daha kuru yazlara doğru yol alıyoruz. Bu yüzden benim için 2022, gelecekteki yıllarda karşılaşacağımız değişimlerin işareti.”

Bu ayın başlarında, hükümetin bağımsız iklim danışmanları, İngiltere’nin iklim değişikliği hazırlıklarını daha önemli bir öncelik haline getirmesi gerektiği konusunda uyarılarda bulundu.

Geçen yıl Temmuz ayında yaşanan aşırı 40°C sıcaklık ülke genelinde ulaşım, elektrik ve sağlık hizmetlerinde yaygın aksamalara neden oldu.

Danışmanlar iklim değişikliğiyle birlikte bu tür sıcaklıkların artık daha olası hale gelmesi nedeniyle, İngiltere’nin yoğun sıcaklık ve sel gibi diğer aşırı iklim olayları için hazırlıklı olmasını tavsiye ediyor.

Habere Mark Poynting de katkı sunmuştur.

 

Yapılan yeni bir araştırmaya göre vücudu güçlendirmek için yapılan plank ve duvar squatı gibi hareketler, tansiyonu düşürmek için yapılabilecek en iyi egzersiz yöntemi.

İngiliz Spor Tıbbı Dergisi’nde yayımlanan bir araştırmaya göre şimdiye kadarki yönlendirmeler genelde yürüme, koşma ve bisiklet gibi aktiviteler üzerinde duruyordu; ancak araştırmacılara göre şimdi bunun değiştirilmesi gerekecek.

16 bin kişinin katıldığı araştırmaya göre bütün egzersizler tansiyonu düşürmekte önemli bir rol oynuyor.

Ancak duvarda yapılan squat ve plank gibi hareketler aerobikten daha çok etkili.

Araştırmanın yazarlarından Dr. Jamie O’Driscoll, izometrik egzersizlerde kasların iki dakika boyunca kasıldığını, daha sonra serbest bırakılınca da kanın hızlı bir şekilde harekete geçtiğini, nefes alınması unutulmazsa kan akışının artırıldığını açıkladı.

Yüksek tansiyon, damarları, kalbi ve diğer organları zorlayarak kalp krizi ve felç gibi risklerin artmasına yol açıyor.

Tedavi ise genelde ilaçla oluyor; ancak hastalara aynı zamanda sağlıklı yemek, alkolü azaltmak, sigarayı bırakmak ve düzenli spor yapmak tavsiye ediliyor.

40 yaşından büyük olanların tansiyonlarını her beş yılda bir kontrol etmesi tavsiye ediliyor.

  • Yusuf Özkan
  • Unvan,BBC Türkçe
  • Bildirdiği yerLahey

Kuzey Denizi’nde Hollanda’ya bağlı Ameland adası yakınlarında, otomobil taşıyan bir kargo gemisinde çıkan yangın giderek büyüyor.

Gemideki elektrikli otomobillerden birindeki ısınma sonucu başladığı belirtilen yangında bir kişi öldü, 22 kişi yaralandı.

Günlerce sürebileceği belirtilen yangın nedeniyle 25’i elektrikli yaklaşık 3 bin otomobilin bulunduğu geminin batması durumunda, büyük bir çevre felaketi yaşanmasından endişe ediliyor.

Almanya’dan Mısır’a otomobil taşıyan Fremantle Highway adlı gemi, Hollanda’ya bağlı Ameland adasının yaklaşık 25 kilometre açığında seyrettiği sırada, Salı gece yarısı yangın çıktı.

Sahil Güvenlik yangının, gemide bulunan 25 elektrikli otomobilden birinde başladığı ve hızla yayıldığını bildirdi.

Gemideki 23 mürettebat, yangının büyümesi üzerine denize atladı. Mürettebattan bir kişi hayatını kaybederken diğerleri Hollanda Sahil Güvenlik helikopteri ve gemileri tarafından kurtarıldı.

Sahil Güvenlik, erken saatlerden itibaren yangını söndürmeye çalışıyor. Ancak şiddetli rüzgar ve akıntı nedeniyle çalışmaların oldukça ağır ilerlediği belirtiliyor.

Yetkililere göre yangın şu anda geminin ön kısmında şiddetleniyor ve söndürme çalışmaları günlerce sürebilir.

Sahil Güvenlik yetkililerine göre gemi hafifçe sallanıyor ve batıyor olabilir.

İtfaiye yangına botlar ile müdahale ederek gemiyi soğutmaya çalışıyor. İtfaiye sözcüsü, “Geminin batmasını da önlemeye çalışıyoruz, ancak şimdiden önemli ölçüde batmaya başladı” dedi.

Gemi, yoğun nakliye rotasını engellememesi ve sürüklenmemesi için bir halatla bağlandı.

Hollandalı yetkililere göre, 200 metre uzunluğundaki gemiyi kurtarma çalışması ancak yangın söndükten sonra başlayabilir.

Kuzey Denizi Vakfı, yakıtı ve binlerce otomobil ile geminin batması durumunda hem Kuzey Denizi hem de Wadden Denizi için bir çevre felaketi yaşanacağını açıkladı.

Ameland Belediye Başkanı Leo Pieter Stoel da çevre felaketi konusunda endişeli olduklarını söyledi.

Hollandalı belediye başkanı, “Gemi batarsa, her türlü kirlilik Ameland’a ve diğer Wadden Adaları’na bulaşabilir. Elbette çevresel etkilerden, Wadden bölgesinin doğası üzerindeki etkilerden her zaman korkuyoruz. Burası bir dünya mirası alanı ve içine çok tuhaf, zehirli ürünler gelirse zarar görebilir” dedi.

Hollanda hükümeti, geminin petrol sızdırması olasılığına karşı bir petrol toplama gemisini bölgeye gönderdi.

Bilim insanları bir süredir Avrupa, Kuzey Afrika ve Kuzey Amerika’yı kavuran sıcak hava dalgasının insan kaynaklı iklim krizinin etkisinden bağımsız oluşmasının neredeyse imkansız olduğunu buldu. Uzmanlar aşırı sıcakların en fazla ölüme sebep olan felaketler arasında yer aldığı konusunda uyarıyor.

Aşırı hava olaylarının iklim kriziyle ilişkisini inceleyen World Weather Attribution çatısı altındaki bilim insanları tarafından yapılan araştırmaya göre küresel ısınmanın etkisiyle Güney Avrupa’yı etkisi altına alan ve Türkiye’de de hissedilen sıcak hava dalgası 2,5 derece daha sıcak yaşanıyor.

Buna göre kömür, petrol gibi fosil yakıtların kullanımı ve endüstriyel hayvancılık gibi insan faaliyetlerinin bir sonucu olan küresel ısınma, Çin’in bazı bölgelerinde sıcak hava dalgası görülmesini 50 kat daha olası hale getirdi.

Uzmanlar hemen hemen bütün ülkelerin, ölümcül sonuçları olan aşırı sıcaklara karşı hazırlıksız olduğu konusunda uyarıyor.

Kızılhaç Kızılay İklim Merkezi’nden araştırmanın yazarlardan biri olan Julie Arrighi, “Sıcak en ölümcül felaket türleri arasında yer alıyor” diyor.

Temmuz ayında Çin’in bazı bölgelerinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde ve İspanya’da sıcaklık rekorları kırıldı. Aşırı sıcaklar nedeniyle birçok bölgede kırmızı alarm verildi ve milyonlarca insan bundan etkiledi.

Küresel ortalama sıcaklıklarla birlikte Kuzey Atlas Okyanusu’nda deniz yüzeyi sıcaklıkları da son haftalarda rekor kırdı.

Uzmanlar, sıcaklıklardaki artış seviyesi ve hızının “benzeri görülmemiş” düzeyde olduğunu söylüyor ve önümüzdeki dönemde daha fazla rekorun kırılabileceği konusunda uyarıyor.

Yunanistan’daki orman yangınları nedeniyle hafta sonu binlerce insanın kaldıkları otelleri boşaltmak zorunda kaldı.

Uzmanlar, sıcak ve kuru havanın yangının daha kolay yayılması için elverişli koşullar yarattığını söylüyor.

Son sıcak hava dalgasının iklim kriziyle bağlantısını anlamak isteyen bilim insanları bilgisayar modellerini kullanarak atmosferdeki sera gazı seviyesini değiştirdiler.

Buna göre sera gazı salımları olmasaydı sıcak hava dalgası Kuzey Amerika’yı 2°C; Çin’i ortalama 1°C daha az ısıtacaktı.

Çalışma Haziran ayında başlayan El Nino etkisini de dikkate alıyor. El Nino Pasifik Okyanusu’nda ısınan suların yüzeye yükselmesi ve sıcak havanın atmosfere itilmesiyle dünya genelinde sıcaklıkları artırıcı etki yapıyor.

Bilim insanları El Nino’nun sıcak hava dalgasının şiddetinin artmasında küçük bir pay sahibi olduğunu buldu. Asıl faktörse fosil yakıtların kullanılmasına bağlı küresel ısınmaydı.

Çalışmanın yazarları, bulgularının artık “nadiren” görülmediğini ve dünyanın daha yüksek sıcaklıklara uyum sağlaması gerektiğini vurguluyor.

Bu uyum çabaları arasında insanların ısıya dayanıklı evler inşa etmesi, sıcaktan korunmak için “soğuk merkezler” oluşturması ve daha fazla ağaç dikmek gibi önlemler yer alıyor.

İnsan faaliyetleri nedeniyle dünya sanayi öncesi döneme kıyasla dünya 1,1C daha sıcak.

Bilim insanlarına göre, dünya fosil yakıtları bu hızda tüketmeye devam ederse, sıcaklık artışı 2C’ye ulaşacak, bu olaylar her iki ila beş yılda bir gerçekleşecek.

Uzmanlar, aşırı sıcakların özellikle yaşlılar arasında çok ciddi yaşam tehditi oluşturabileceğini söylüyor. Bir araştırmaya göre, Avrupa’da geçen yılki sıcak hava dalgaları 61 binden fazla ek ölüme neden oldu.

Londra’daki Imperial College London’da İklim Bilimci Friederike Otto, “Bu çalışma, daha önce bildiklerimizi doğruluyor. İklim değişikliğinin şu anda yaşadıklarımızda ne kadar etkili olduğunu bir kez daha gösteriyor” dedi.

  • Jonty Bloom
  • Unvan,BBC İş Dünyası Muhabiri

Bir teknoloji devriminin ortasında olduğumuz sürekli söyleniyor.

Çalışma dünyasının bilgisayarlar, internet, iletişim ile bilgi işlemin artan hızı ve son olarak da yapay zekâ sayesinde dönüşmeye devam ettiği, geliştiği ifade ediliyor.

Bütün bunlarla ilgili ufak bir sorun var: Bu dönüşüm ekonomik göstergelerde görülmüyor.

Eğer bütün bu teknolojik imkânlar bizim daha iyi ve daha hızlı çalışmamızı sağlıyorsa, bu yönde somut kanıt çok az.

1974 ile 2008 yılları arasında İngiltere’de çalışan başına verimlilik oranı yılda yüzde 2,3 oranında arttı.

Ancak 2008 ile 2020 arasında verimlilik hızı yılda yüzde 0,5 oranına düştü.

Bu yılın ilk üç ayında ise bir önceki yıla kıyasla yüzde 0,6 oranında bir düşüş söz konusu.

Diğer Batılı ülkelerde de benzer bir tablo görülüyor.

ABD’de örneğin 1995-2005 arasında verimlilikte büyüme hızı yüzde 3,1 seviyesindeydi. 2005-2019 döneminde ise bu oran yüzde 1,4’e geriledi.

Teknolojik açıdan büyük bir yenilik ve ilerleme döneminden geçiyor gibi görünmemize karşın aynı zamanda verimlilik hızı emekleme aşamasında. Bu çelişki nasıl açıklanabilir?

Belki de bütün bu teknolojiyi işten kaçınmak için kullanıyor olabiliriz. Whatsapp üzerinden arkadaşlarımızla sürekli mesajlaşıyor, YouTube’da videolar izliyor, Twitter’da öfkeli tartışmalara katılıyor ya da amaçsızca internette geziniyor olabiliriz.

Ya da belki de bunun altında daha büyük nedenler de yatıyor olabilir.

Verimlilik ekonomistlerin çok yakından inceledikleri bir konu. Karmaşık bir mesele olmasına karşın, 2008 mali krizi ve mevcut yüksek enflasyonun doğurduğu negatif etkiyle birlikte, teknolojinin neden verimliliği arttırmadığına dair iki temel açıklama getiriliyor.

Birincisi teknolojinin etkisini düzgün bir şekilde ölçmekte başarısız olduğumuz yönünde. İkincisi ise ekonomik devrimlerin genelde çok yavaş gelişen sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla teknolojik değişimlerin yaşandığı, ancak bunun getirdiği bütün imkânların ancak on yıllar sonra görüleceği savunuluyor.

Cambridge Üniversitesi’nden Profesör Diane Coyle verimliliğin nasıl ölçüldüğüyle ilgili çalışmalar yapan alanında uzman bir isim.

Coyle “Bugün dijital platform kullanmayan hiçbir yer yok, buna karşın bunların hiçbirini istatistiklerde göremediğimiz için tam olarak ne yaşandığını anlamakta zorlanıyoruz. Verileri ne olduğunu anlamamıza yardımcı olacak şekilde toplamıyoruz,” diyor.

Örneğin geçmişte kendi bilgisayar servis sunucularına ve IT departmanına yatırım yapan bir şirket bugün artık bulut (cloud) temelli servis sağlayıcılarla dışarıdan destek alabiliyor.

Bu desteği veren firma sürekli güncellenen, güvenilir, ucuz ve en iyi yazılımlara sahip oluyor.

Ancak ekonominin büyüklüğünü nasıl ölçtüğümüze bakınca bu randımanlı adımın şirketi daha büyük değil daha küçük gösterdiğini görüyoruz.

Zira IT altyapısına artık yatırım yapmıyor ve bu geçmişte ekonomik büyüme göstergesi olarak kabul ediliyordu.

Diane Coyle 19’uncu yüzyıldaki sanayi devriminden bir örnekle istatistiğin verimliliği nasıl gözden kaçırabileceğini şöyle anlatıyor:

“İngiltere’de 1885 yılının istatistiklerini anlatan, 120 sayfalık mükemmel bir kitap var. Neredeyse tümü tarım hakkında. Madenler, demir yolları ve pamuk dokuma fabrikalarıyla ilgili bilgiler ise sadece 12 sayfa tutuyor.

“Ekonomiyi okuma şeklimiz geçmişte nasıl olduğuna dair bir bakış üzerinden, bugün ne olduğuyla ilgili değil.”

Teknolojik devrim ‘beklentilerimizden daha yavaş’

Bir diğer argüman ise teknolojik devrimin yaşandığı ancak beklentilerimizden daha yavaş ilerlediği yönünde.

Sussex Business School’dan ekonomi tarihi profesörü Nick Crafts, ekonomik performanstaki büyük değişimleri sanki bir günde olmuş gibi düşündüğümüzü, halbuki bunun on yıllar aldığını söylüyor. Bugün yaşadığımızın da bu durumun bir benzeri olabileceğine işaret ediyor.

Crafts “James Watt’ın buharlı makinesine 1769’da patent verilmişti. Ama ilk ciddi ticari demiryolu olan Liverpool-Manchester hattı ta 1830’da açılabildi. Demiryolu ağının temeli ise 1850’de inşa edildi. Yani patentin alınmasından 80 yıl sonra,” diyor.

Aynı şemayı elektrik kullanımında da gözlemleyebiliyorsunuz. Edison’un ilk ampul kullandığı 1879 yılından, ülkelerin genelinde elektrik kullanımının yaygınlaşmasına ve buhar gücünün yerine elektriğin üretimde kullanılmasına dek 40 yıl geçiyor.

Belki bugün de böylesi bir fasıla içerisinde olabiliriz.

Ancak yeni teknolojileri en iyi ve en hızlı kullanan ülke ve şirketler verimlilik yarışını da kazanacaklar. Aynı buhar ve elektrikte olduğu gibi konu sadece teknolojiyle değil bu teknolojinin nasıl kullanıldığı, adapte edildiği ve bundan nasıl faydalanıldığıyla ilgili.

Diane Coyle bu sürecin başladığını düşünüyor:

“Bir şirket hangi alanda faaliyet gösterirse göstersin teknolojiyi iyi kullananlar ile kullanamayanlar arasında büyüyen bir uçurum oluştuğuna dair çok kanıt var.

“Yetenekli çalışanlarınız ve çok miktarda veriniz varsa ve karmaşık yazılımları kullanmayı biliyorsanız işlemlerinizi değiştirebilirsiniz. Böylece insanlar bu bilgileri kullanırlar ve şirketinizin verimliliği de tavan yapar.

“Ancak ekonomide aynı sektör içerisinde bunu yapamayan şirketler de var.”

Görünen o ki sorun teknolojinin kendisinde değil, hatta bazı açılardan çözüm de teknolojide değil.

Yüksek verimlilik sadece teknolojiyi nasıl kullanacağını en iyi bilenlere kısmet olacak.

Christopher Nolan’ın son filmi atom bombasının mucidi Robert Oppenheimer’ın öyküsünü anlatıyor. BBC Kültür Departmanı Film Kulübü’nden Caryn James, bunun Nolan’ın çektiği en olgun ve en yaratıcı film olabileceğini söylüyor.

Oppenheimer boyunca sürekli alevler ekranı dolduruyor, öyle ki zaman zaman sanki bin tane volkan bizi içine çekip yutacakmış gibi.

Ama Christopher Nolan’ın atom bombasını yaratan ve hayatının geri kalanında bunun ölümcül sonuçlarıyla yüzleşmeye çalışan bilim adamının öyküsünü anlattığı muteşem filmindeki tek ateşli görüntüler bunlardan ibaret değil.

Kimi zaman boş bir karanlığın içinde çemberler yarışıyor, kimi zaman turuncu ışık hüzmeleri beliriyor. Oppenheimer’ın kafasının içindeki korkular ya da denklemler böyle betimleniyor.

Bu gibi görüntülerin ara ara yer aldığı filmde hiçbir an sağlam bir öykünün ya da olay örgüsünün dışına çıkılmıyor, ama bu gibi imajlar filmin ne denli yaratıcı olduğunu ve kendinden emin bir zeminde ilerlediğini gösteriyor.

Oppenheimer, Nolan’ın olgunluk dönemi filmi. Batman Kara Şövalye üçlemesindeki göz alan aksiyon sekansları ile 20 yılı aşkın süre önce çektiği Memento (Akıl Defteri), ardından Inception (Başlangıç) ya da Tenet’teki akıl oyunları bu filmde harmanlanmış gibi.

Buz mavisi gözleriyle filme damgasını vuran Cillian Murphy, karizmatik ama aynı zamanda ürpertici bir karakter olan Robert Oppenheimer’ı mükemmel bir sadelikle canlandırıyor.

Film bizi Oppenheimer’ın Avrupa’daki öğrencilik yıllarından 1930’larda Kaliforniya’da profesörlük yaptığı döneme, ardından devlet sırrı olarak tutulan Manhattan Projesi günlerine götürüyor.

Manhattan Projesi kapsamında Oppenheimer ve ekibi İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdirmek amacıyla New Mexico’nun Los Alamos bölgesinde son sürat nükleer silah geliştirmeye çalışıyorlar.

Cillian Murphy, Oppenheimer karakterinin donuk göründüğü anlarda dahi seyirciyi yalnız bırakmıyor.

Nolan’ın filmi Kai Bird ve Martin J Sherwin’in kaleme aldığı “American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J Robert Oppenheimer” isimli biyografi kitabını temel alıyor.

Tam da bu kitabın adının hakkını verircesine modern dünyanın şekillenmesinde rol oynayan ve Washington’daki politika oyunlarının kurbanı olan bir Amerikan kahramanının trajik öyküsü resmediliyor.

Film Oppenheimer ile Robert Downey Jr’ın canlandırdığı ABD Atomik Enerji Komisyonu’nun eski başkanı Lewis Strauss arasındaki husumetin çevresinde dönüyor.

Nolan’ın filminin senaryosu 1950’lerdeki iki ayrı hükümet soruşturmasına girip çıktıkça gergin bir mahkeme filmi atmosferi yaratırken, uzun geri dönüşlerle Oppenheimer’ın hayatından kesitler de sunuyor.

1950’lerde Oppenheimer bir yandan bir milli kahraman olarak görülürken diğer yandan komünist bir tehdit oluşturduğu yönündeki sahte tehditler nedeniyle güvenlik yetkilerinin sınırlandırılıp sınırlandırılmaması tartışılıyor.

Filmin büyük bölümü Oppenheimer’in bakış açısından, renkli ve geniş ekran formatına karşın yakınlık hissi veren bir tasarımla anlatılıyor.

Kasıtlı olarak klostrofobik bir his vermesi amaçlanan siyah beyaz bölümlerde ise Lewis Strauss’un bakış açısı aktarılıyor.

Straus’un Ticaret Bakanı olarak atanmasını oylayan ABD Senato Komisyonu’ndaki görüntüleri bir şekilde Nolan’ın Memento (Akıl Defteri) filmini çağrıştırıyor. Zira burada da hikâyenin başta göründüğü gibi olmadığını anlıyorsunuz.

Kronolojinin parça parça sunulması etkili bir şekilde ilk sahnelere gölgesini düşüren bir kıyamet hissi yaratıyor.

Christopher Nolan bu filmde dürüstçe konuşabileceğine inanan, ABD Başkanı Truman’a nükleer silah yarışının önlenmesi çağrısında bulunan bir adamın hikâyesini anlatıyor.

Ama Oppenheimer aynı zamanda Hiroşima’ya atom bombasının atılmasının da gerekli olduğunu düşünüyordu. Zira “bir kez kullanıldığında nükleer savaş artık düşünülebilir bir şey olmaktan çıkacak” idi.

Ama kendisi nükleer savaşı düşünmeyi bırakamadı.

Hiroşima’dan sonra Oppenheimer’ın zihninden geçenleri daha çok görüyoruz. Bu görüntülerden birinde derisi soyulan genç bir kadının fotoğrafının negatifi de var.

Bu ilham verici filmin de gösterdiği üzere Oppenheimer’ın en büyük trajedisi kuşkusuz gelecek nesilleri kendi icadından koruyamamasıydı.

Küresel sıcaklıkların artmasına yol açan sera gazı salımlarının oluşumunda hayvancılığın önemli bir katkısı olduğu biliniyor. Et ve süt ürünleri tüketiminin azaltılmasının, vejetaryen veya vegan beslenme alışkanlıklarının iklim krizi üzerindeki etkisi bir süredir tartışılıyor.

Peki diyetimiz karbon ayak izimizi gerçekte ne kadar etkiliyor?

Oxford Üniversitesi’nden bilim insanları tarafından yapılan ve Nature Food dergisinde yayımlanan yeni bir araştırmaya göre vegan beslenmek, gıda üretiminin çevreye verdiği zararı büyük ölçüde azaltıyor.

Uzmanlar bu araştırmanın şimdiye kadar yapılan en kapsamlı analiz olduğunu ve yediklerimizin gezegenimizi nasıl etkilediğine dair en güvenilir hesaplamaları içerdiğini belirtiyor.

Çalışmada yüksek ve düşük miktarda et tüketiminin sera gazı emisyonları üzerindeki etkisi ilk defa net bir şekilde belirleniyor.

Araştırmaya tepki gösteren et endüstrisi ise çalışmanın et tüketiminin etkisini abarttığını öne sürüyor.

İngiltere’de 55 binden fazla kişinin diyetinin incelendiği çalışmada farklı koşullarda üretilen belirli gıdaların etkisindeki farklılıkları araştırmak için 119 ülkedeki 38 bin çiftlik hakkında veriler de kullanıldı.

Çalışmada insanlar yüksek miktarda et tüketenler (günde 100g veya büyük bir hamburger), az miktarda et tüketenler (günde 50g veya iki ufak sosis), balık tüketenler, vejetaryenler ve veganlar kategorilerinde değerlendiriliyor.

Et tüketimi daha fazla sera gazı salımına neden oluyor

Araştırmaya göre yüksek miktarda et tüketen kişilerin diyeti her gün ortalama 10,24 kg sera gazı salımına yol açıyor.

Az et tüketenler için bu miktar 5,37 kg’ye düşüyor.

Vegan beslenen insanların günlük sera gazı üretimi ise 2,47 kg.

BBC’ye konuşan, araştırmayı yöneten Oxford Üniversitesi’nden Prof. Peter Scarborough, “Sonuçlara göre İngiltere’de yüksek miktarda et tüketen herkesin yediği et miktarını azaltması gerçekten büyük bir fark yaratabilir. Beslenmenizden eti tamamen çıkarmanıza gerek yok” diyor.

Oxford Üniversitesi Gıda Standartları Ajansı Başkanı ve dünyanın önde gelen beslenme uzmanlarından Prof. Susan Jebb’e göre et üretiminin bitki bazlı gıdalardan daha büyük bir çevresel ayak izine sahip olduğu daha önce tespit edildi ancak hiç bu kadar ayrıntılı bir şekilde hesaplanmadı.

Araştırmaya dahil olmayan Jebb şöyle konuştu:

“Bu çalışmayı özgün kılan, gerçek insanların diyetlerini baz alması ve mevcut gıda üretim yöntemlerini değerlendirmesi. Araştırmacılar yediklerimizin çevresel ayak izini, daha önceki çalışmalara kıyasla çok daha ayrıntılı bir şekilde inceledi.”

Et tüketiminin diğer çevresel etkileri ne?

Oxford Üniversitesi araştırması, beslenme alışkanlıklarımızın sera gazı salımı dışındaki diğer çevresel etkilerini detaylı bir şekilde inceleyen ilk çalışma.

Bunlar arazi kullanımı, su kullanımı, su kirliliği ve genellikle tarım alanlarının genişlemesiyle habitat kaybından kaynaklanan türlerin kaybı.

Her senaryoda yüksek miktarda et tüketenler, diğer gruplardan önemli ölçüde daha yüksek bir olumsuz etkiye sahip.

İngiliz Et İşlemcileri Derneği CEO’su Nick Allen, bu tür değerlendirmelerin eksik olduğunu öne sürüyor.

Allen, “Böyle bir çalışma sadece hayvancılıktan kaynaklanan emisyonlara bakıyor. Karbonun [tarım alanlarındaki] otlak alanlar ve ağaçlar tarafından çekildiğini hesaba katmıyor. O veriler de hesaba katılsa muhtemelen farklı bir tablo ortaya çıkar” diyor.

Allen’ın sözlerine cevaben Prof. Scarborough, kendi çalışması dahil bir dizi araştırmanın, karbondioksitin otlak alanlar tarafından çekilmesinin yalnızca “orta düzeyde bir etkiye” sahip olduğu sonucuna vardıldığını söylüyor.

2021’de Nature Food dergisinde yayımlanan ayrı bir çalışma, gıda üretiminin tüm küresel sera gazı emisyonlarının üçte birinden sorumlu olduğunu tespit etmişti.

Prof. Jebb’e göre çoğu insan sağlık endişeleri nedeniyle tatlı gibi ürünleri fazla tüketmemesi gerektiğini biliyor, ancak et için buna benzer yaygın bir düşünce yok.

Jebb, “Obeziteyi engellemek için insanlar kek ve bisküvi yememeleri gerektiğini bilirler. Bunu duymak istemeyebilirler ama doğru olduğunu biliyorlar. Et konusunda tamamen ikna olmuş değiller” diyor.

Jebb, hükümetin insanları diyetlerini değiştirmeye teşvik etmenin yanı sıra geçim kaynaklarını koruyarak geçiş sürecinde çiftçileri desteklemesi gerektiğini de ekliyor.

Güney Avrupa’nın geniş kesimleri rekor sıcaklıklardan etkilenmeye devam ederken, kıta genelindeki orman yangınları sürüyor.

Sicilya’da sıcaklıklar 46,3 dereceyi görürken, Yunanistan ve İsviçre Alplerinde itfaiye ekipleri alevlerle mücadele ediyor.

Bilim insanları iklim değişikliğinin sıcak hava dalgalarını daha uzun süreli, daha yoğun ve daha sık bir hale getirdiğini söylüyor.

Dünya genelinde de milyonlarca kişi aşırı hava olaylarıyla karşı karşıya. ABD ve Çin’de sıcak havayla mücadele edilirken, Doğu Asya’da yoğun yağış görülüyor.

Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) sıcak hava dalgalarının önümüzdeki yıllarda daha yoğun olacağını söylüyor. Kuruluş, aşırı hava olaylarının da iklim değişikliğiyle mücadelede daha çok şey yapılması gereğinin altını çizdiğini vurguluyor.

BM’ye bağlı kuruluşun kıdemli aşırı sıcak danışmanı John Nairn “Bu olaylar yoğunluğu artacak ve dünyanın çok daha yoğun sıcak hava dalgalarına hazırlanması gerekiyor” dedi.

Yunanistan’da Pazartesi gününden bu yana ülke genelinde birçok orman yangını çıktı. Bir yangın nedeniyle, 1200 çocuğun kaldığı bir yaz kampı da tahliye edildi.

Yunanistan’da şu anda devam eden en ciddi yangın, başkent Atina’nın kuzeyindeki Dervenokhorya bölgesinde yaşanıyor ve yangından yükselen dumanlar uydu fotoğraflarında görülebiliyor.

Korint kenti yakınlarındaki kıyı kasabası Loutraki ve Atina’nın güneyindeki Kouvaras’ta da orman yangınları sürüyor.

İsviçre’de de, Valois kantonunda bulunan Bitcsh köyü yakınlarında itfaiye ekipleri alevlerle mücadele ediyor. Yetkililer, Pazartesi öğleden sonra başlayan yangının gece saatlerinde “infilak eder gibi” yayıldığını belirtti.

İspanya’nın La Palma adasında da Cumartesi günü başlayan yangın nedeniyle 20 ev tahrip oldu.

Ancak gece saatlerindeki düşük sıcaklıklar ve havadaki yem oranlarının artması sayesinde, yangın kontrol altına alınabildi.

İtalya, İspanya, Yunanistan ve Balkanların bazı kesimlerinde, yoğun sıcaklık nedeniyle yaşanabilecek sağlık riskleri için konulan kırmızı alarm devam ediyor.

Kuzeybatı İspanya’daki Figueres’te 45,3, Sardinya Adası’ndaki Bauladu’da 44,5, Sicilya’daki Litaca’da ise 46,3 derece sıcaklık ölçüldü.

Avrupa’daki sıcaklık rekoru Ağustos 2021’de Sicilya’daki Palermo bölgesinde 48,8 derece olarak ölçülmüştü.

Aşırı sıcak hava, aralarında Çin ve ABD’nin de bulunduğu dünyanın diğer kesimlerini de etkisi altına aldı.

ABD’nin güneybatı eyaletlerinde yaşayan 80 milyondan fazla kişiye sıcaklık uyarısı yapıldı.

California’daki Ölüm Vadisi’nde Pazar günü 52 derecelik sıcaklık görülürken, Arizona eyaletinin başkenti Phoenix’te 18 gündür 43 derece sıcaklık görülüyor.

İngiltere Metoroloji Ofisine göre Çin’de Pazar günü 52,2 dereceyle tüm zamanların en sıcak havası rekoru kırıldı. Ancak rekor henüz teyit edilmedi.

Çin’in doğu kıyısında da Talim Tayfunu binlerce kişiyi evlerinden etti.

Vietnam’a doğru ilerleyen tayfun nedeniyle bu ülkede tayfunun geçiş güzergahında yaşayan 30 bin kişi daha güvenli bölgelere götürüldü.

Londra’da bulunan Imperial College’tan, İngiltere’nin önde gelen iklim bilimcilerinden Dr. Frederieke Otto, “Şu anda gördüklerimiz, hala fosil yakıt kullandığımız bir dünyada tam olarak da görmeyi beklediğimiz durum” dedi.

Otta ayrıca, küresel sıcaklıkların artmasının ardında % 100 insanların bulunduğunu belirtti.

Uzmanlar, özellikle Avrupa’nın birçok iklim modellemesinden daha hızlı ısındığını söylüyor.

Reading Üniversitesi’nden Prof. Hannah Cloke “İşlerin kontrolden çıktığı duygusu var. Neler yaşandığını tam olarak anlamak için çok çalışmamız gerekiyor. Bu sıcak hava dalgaları korkutucu. Bunun gerçekten ölümcül olacağını biliyoruz” dedi.

Geçen yıl Avrupa’da 61 bin kişinin sıcaktan öldüğünü söyleyen Cloke, bu yıl da durumun benzer olacağını vurguladı.

  • James Gallagher
  • Unvan,Sağlık ve Bilim Muhabiri

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), çok sayıda gıda ve içecekte yer alan aspartamı, “kanserojen olma ihtimali bulunan maddeler” listesine ekledi, ancak günlük aspartam tüketimiyle ilgili tavsiyesi değişmedi.

“Kanserojen olma ihtimali” etiketi çoğunlukla korku ve kafa karışıklığı yaratıyor ancak aslında bu kullanım, kanserojen olmasıyla ilgili kanıtların yetersiz olduğunu gösteriyor.

Pek çok kişi aspartamı günlük güvenli olan limitten daha az tüketiyor ancak WHO aşırı tüketicilerin kullanımı azaltmasını öneriyor.

Şekerden 200 kat daha tatlı olan aspartam, yiyecek ve içeceklerin diyet ve şekersiz türlerinde bulunuyor.

Diyet Coca Cola, Coca Cola Zero, Pepsi Max, 7Up Free gibi meşhur markaların içinde tatlandırıcı olarak kullanıldığı bilinse de aspartam aslında diş macunundan sakıza ve yoğurda kadar 6000 kadar üründe bulunuyor.

“Sorun aşırı tüketimde”

Aspartamın güvenliği 1980’lerden beri tartışma konusu.

WHO beslenme ve gıda güvenliği departmanının müdürü olan Dr. Francesco Branca’ya “şeker mi tatlandırıcı mı?” diye sordum.

Bana, “Tatlandırıcılı kola ya da şekerli kola arasında kaldıysanız, bence üçüncü bir seçenek olmalı, o da su içmek ve şekerli ürünlerin hepsinin tüketimini sınırlandırmak” şeklinde cevap verdi.

İncelemelerin, aspartamın sağlık için iyi olmayabileceğine dikkat çektiğini, ancak ara sıra bir diyet içecek veya tatlandırıcı içeren diğer ürünlerden tüketmenin “endişe etmeyi gerektirmediğini” söyledi. “Sorun aşırı tüketenler” sözlerini ekledi.

WHO Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı’ndan (IARC) kanser uzmanları, kansere dair kanıtları değerlendiren ilk kurumdu.

IARC, dört sınıflandırma yapıyor:

  • Grup 1: Kanserojen maddeler
  • Grup 2A: Muhtemelen kanserojen olan maddeler
  • Grup 2B: Kanserojen olma ihtimali bulunan maddeler
  • Grup 3: Sınıflandırılamayan maddeler

WHO geçtiğimiz haftalarda aspartamı, aleo vera ve kurşunun da dahil olduğu “Kanserojen olma ihtimali bulunan maddeler” kategorisine taşıdı. Bu karar, daha çok karaciğer kanseriyle bağlantıyı öne süren üç çalışma merkeze alınarak verildi.

Ancak eğer kanıt güçlü olsaydı, o zaman aspartam daha yüksek bir kategoride yer alırdı.

IARC’tan Dr. Mary Schubauer-Berigan, “kanıtın yeteri kadar güçlü ve ikna edici olmadığını” söyledi, bunun daha fazla araştırma yapılması için bir çağrı olduğunu ifade etti.

Kanser sınıflandırması yanlış okumalara sebep olabiliyor. Alkol ve plutonyumun kansere sebep olduğu kanıtlandı ancak biri ciddi anlamda diğerinden daha tehlikeli.

Bu nedenle WHO ve Gıda Örgütü (FAO) katkı maddeleri üzerine çalışıyor. Kanserin yanı sıra kalp hastalıkları ve Tip 2 diyabet riski de analiz ediliyor. WHO 1981’den bu yana günlük 40 miligramlık aspartam tüketiminin güvenli olduğunu söylüyor ve bu tarihten beri önlemleri artıracak “yeterli sebep” bulunamadı.

Dolayısıyla günlük güvenli limit, vücut kilosu başına 40 mg olarak devam ediyor.

Tabii bu hedef değil, aşılmaması gereken limit. Ancak vücut kilosuna göre tavsiye verildiği için çocuklarda bu limit daha düşük.

Dr. Branca, akşam yemeklerinde bir şişe gazlı içeceğin masada bulunmasının iyi bir davranış olmadığını, çocukların bunu hayatları boyunca alışkanlık haline getirebileceğini söylüyor.

Ayrıca tatlandırıcının kilo vermeye yaramadığına dair pek çok inceleme yayımlandığını belirtiyor.

Dolayısıyla onun tavsiyesi, hem şeker hem de tatlandırıcıyı daha az tüketmek. Ayrıca şirketlerin ürünlerini daha az tatlı ama yine de lezzetli hale getirmesini öneriyor.

Öne çıkan en büyük araştırma sorularından biri, aspartamın nasıl kansere yol açabileceği (eğer gerçekten yaparsa). WHO raporları, aspartamın kendisinin bağırsakta hızla diğer üç maddeye, fenilalanin, aspartik asit ve metanole, parçalandığını gösteriyor.

Ancak bunlar aynı zamanda kanserle bağlantılı olmayan çok çeşitli diğer yiyecekleri sindirme ürünü. Ayrıca araştırmacılar, aspartamın doğrudan insanların DNA’sında kanserli mutasyonlar yapmadığı sonucuna vardı. Vücuttaki iltihaplanma seviyelerini yükseltmesi diğer bir olasılık.

Uluslararası Tatlandırıcılar Birliği Genel Sekreteri Frances Hunt-Wood, çalışmanın “aspartamın güvenliğini bir kez daha teyit ettiğini” söyledi:

“Aspartam, tüm düşük kalorili/kalorisiz tatlandırıcılar gibi, dengeli bir beslenmenin parçası olarak kullanıldığında, tüketicilere kritik bir halk sağlığı hedefi olan şeker alımını azaltma seçeneği sunuyor.”

Aspartamı güvenle tüketemeyen insanlar da var. Onlar, aspartam parçalanırken salınan fenilalanini metabolize edemeyen, fenilketonüri veya PKU adı verilen kalıtsal hastalığı olan kişiler.

15.07.2023

Shiona McCallum | BBC Teknoloji Muhabiri

Hollywood oyuncuları 43 yıl sonra ilk kez greve giderek Amerikan film ve televizyon sektörünü durma noktasına getirdi. Bu grevde yapay zekanın etkisiyle ilgili endişeler de rol oynadı.

Grev, ABD’de Oyuncular Sendikası’nın (SAG-AFTRA) üyelerini yapay zekaya karşı daha iyi koruyacak bir anlaşmaya varamamasının ardından geldi.

Sendika, “yapay zekanın yaratıcı meslekler için varoluşsal bir tehdit oluşturduğu” uyarısında bulundu.

Halihazırda yapay zeka filmlerde kullanılıyor ve seslendirme sanatçılarının yerini yapay zeka tarafından üretilen işlerin aldığı örnekler var. Bunlar daha çok sentezlenmiş seslerde ve deepfake ve gençleştirme (de-ageing) gibi görsel efektlerde kullanılıyor şimdilik.

SAG-AFTRA sendikasının baş müzakerecisi Duncan Crabtree-Ireland, yapımcıları şu ana kadar yapay zeka konusundaki teklifleri nedeniyle eleştirdi.

Crabtree-Ireland, stüdyoların sanatçıları bir günlük ödenek karşılığında yüzlerini tarayıp “sonsuza kadar, istedikleri herhangi bir projede, rıza ve tazminat olmaksızın” kullanmak istediklerini söyledi.

Bu ifadeler Charlie Brooker’ın Black Mirror dizisinin bir bölümünü çağrıştırıyor.

Dizinin 6. sezonunda “Joan Is Awful” adlı bölümde Hollywood yıldızı Salma Hayek’i, yapay zekaya dayalı benzerinin bir yapım şirketi tarafından kendi bilgisi dışında kullanmasına dikkat çekiliyor.

“Performans klonlama” adı verilen olgu konusunda endişe duyanlar sadece sendika değil.

İngiliz oyuncular sendikası Equity’den Liam Budd “Bu teknolojinin otomatik sesli kitaplar, sentezlenmiş seslendirme çalışmaları, kurumsal videolar için dijital avatarlar ya da filmlerde kullanılan derin taklitlerin (deepfake) rolü gibi bir dizi şeyde kullanıldığını görüyoruz” diyor.

Budd, üyelerinin “korku içinde olduğunu” ve sendikanın hızla gelişen bu alanda haklarını anlamaları konusunda onları eğitmeye çalıştığını söyledi.

Bu yılın başlarında BBC’nin Tech Life programına konuşan film yapımcısı ve yazar Justine Bateman, eğlence sektörünün yapay zekaya ihtiyacı olduğunu hiç düşünmediğini söyledi.

“Teknoloji bir sorunu çözmeli; yapay zeka kullananların ise çözdüğü bir sorun yok. Yazar eksikliğimiz yok, oyuncu eksikliğimiz yok, film yapımcısı eksikliğimiz yok; bu yüzden yapay zekaya ihtiyacımız yok” dedi.

“Yeterince geniş kar marjlarına sahip olmadıklarını düşünen şirketler için sorun çözüyor; herkese ödeme yapma zorunluluğunu ortadan kaldırabilirseniz Wall Street’i yatıştırabilir ve daha büyük kazançlar elde edebilirsiniz.

“Yapay zeka kullanımı yaygınlaşırsa, eğlence sektörünün yapısını çökertecektir.”

Belki de ChatGPT ya da Bard’ın yenilikçi bir film senaryosu yaratması ya da bir fikri gişe rekorları kıran bir senaryoya dönüştürmesi sadece an meselesi olabilir.

Bazıları yapay zekanın bir film senaryosunu harika yapan insan özelliğinden yoksun olacağını söylüyor.

İngiltere’de TV, film, tiyatro, kitap ve video oyunları yazarlarını temsil eden sendika WGGB’nin şu tür endişeleri var:

  • Yapay zeka geliştiricileri yazarların çalışmalarını onların izni olmadan kullanıyor ve yazarların telif haklarını ihlal ediyor
  • Yapay zeka araçları, içerik oluşturmak için yapay zekanın nerede kullanıldığını düzgün bir şekilde tanımlamıyor
  • Yapay zeka kullanımının artması yazarlar için daha az iş fırsatı yaratacak
  • Yapay zeka kullanımı yazarların ücretlerini baskılayacak
  • Yapay zeka, yaratıcı endüstrinin ekonomiye ve ulusal kimliğe katkılarını sulandıracak.

WGGB, yazarların korunmasına yardımcı olmak için, yapay zeka geliştiricilerinin yazarların çalışmalarını yalnızca kendilerine açık izin verildiği takdirde kullanmaları ve hangi verilerin kullanıldığı konusunda şeffaf olmaları da dahil olmak üzere çeşitli tavsiyelerde bulunuyor.

WGGB yetkilisi Lesley Gannon’a göre, “Her yeni teknolojide olduğu gibi riskleri faydalara karşı tartmak ve gelişim hızının yazarların ve daha geniş yaratıcı işgücünün geçimini sağlamak için dayandığı korumaları geride bırakmaması veya raydan çıkarmamasını sağlamak gerekiyor. Çalışanların haklarını güvence altına almak ve izleyicileri sahtekarlık ve yanlış bilgilendirmeden korumak için düzenlemeye ihtiyaç olduğu açık”.

Yapay zekanın geçtiğimiz yıl içinde hızla gelişmesi, mülkiyet kavramının karmaşık bir hal almasına yol açtı.

Kişi kendi benzerini DrawAnyone, DALL-E ve hatta Snapchat gibi yapay zeka tarafından üretilen bir portre uygulamasına girdiğinde, ortaya çıkan görüntüler artık kamu malı sayılıyor ve herkes tarafından ücretsiz olarak kullanılabiliyor.

Yeni görüntü telif hakkı yasasının koruması altında değil.

Dijital klonlama teknolojileri konusunda uzman avukat Mathilde Pavis telif hakkı yasalarının değişmesi gerektiğini belirtiyor.

“Yüzünüzün ve sesinizin arabanızdan, dizüstü bilgisayarınızdan, telefonunuzdan, evinizden ya da kitaplarınızdan daha az korunuyor olması insana garip geliyor, ama bugün yasaların durumu bu.

“Bunun nedeni de yapay zeka teknolojileriyle yeniden kullanılma ve taklit edilme konusunda bu kadar savunmasız olacağımızı düşünmemiş olmamız.”

Habere katkıda bulunanlar: Tom Gerken ve Tom Singleton

Hindistan, Chandrayaan-3 adlı insansız uzay aracını Ay’a gönderdi. Misyonun başarıyla sonuçlanması halinde Hindistan; ABD, Sovyetler Birliği ve Çin’den sonra Ay’a kontrollü iniş gerçekleştiren dördüncü ülke olacak.

Her şey planlandığı gibi giderse, Hindistan, Ay’ın keşfedilmemiş bir bölümü olan Güney Kutbu’na, rokette önemli bir hasar bırakmayan “yumuşak iniş” gerçekleştiren ilk ülke unvanını kazanacak.

2020 yılında fırlatılan Chandrayaan-2 başarılı bir şekilde yörüngeye yerleşmiş fakat Ay’a iniş gerçekleştirecek modül ve insansız araç yere çakılarak parçalanmıştı.

Ay’ın Güney Kutbu, uzay araştırmaları için özel bir önem taşıyor zira buradaki buz kütleleri gelecekte kurulacak olası bir aktarma istasyonunun sürdürülebilir olmasını sağlayabilecek.

Ay’un kutup yüzeyi, büyük kraterleri olan dik yamaçlı bir bölge. Bazı kraterler milyonlarca yıldır Güneş ışığı almadı ve sıcaklık -230 C gibi aşırı düşük seviyede. Bu nedenle araçları çalıştırmak oldukça zorlu.

Bütün Ay misyonlarının toprak ve ısının daha makul olduğu ekvatora yakın bölgelere inmesinin nedeni de bu.

Hindistan Uzay Ajansı yetkileri, Chandrayaan-3 misyonunun başarısız olma ihtimalini azaltmak için için gerekli adımların atıldığını söylüyor.

Hindistan neden ‘Ay’ın karanlık tarafına’ inmek istiyor?

Hindistan’ın, 2008’deki 79 milyon dolara mal olan ilk Ay misyonu Chandrayaan-1 ile Ay yüzeyinde su bulunduğuna dair kanıtlar bulunmuştu..

Delhi yakınlarındaki Shiv Nadar Üniversitesi’de uzay robotları profesörü olan Dr. Akash Sinha, “Hala nerede ve ne kadar su olduğuna, hepsinin buz halinde olup olmadığına dair daha fazla detaya ihtiyacımız var” diyor ve ekliyor:

“Suyun doğasını ve konumunu anlamak gelecekteki misyonlarımızın başarısı için çok kullanışlı olabilir ve hatta suyun çevresinde yaşam alanı planlanabilir”.

Kaya ve toprak karışımı kutup bölgelerinin yüzeyini keşfetmek, Güneş Sistemi’nin yapısıyla ilgili bazı cevaplar da barındırıyor olabilir.

Hindistan’ın başarısız ikinci misyonunda maliyet neredeyse iki katına çıkarak 140 milyon dolar olmuştu.

Hindistan, Chandrayaan-3 için başarılı bir iniş ve Ay yüzeyinde araştırma yapmak adına yaklaşık 80 milyon dolar harcıyor.

Hindistan maliyeti nasıl azaltıyor?

Hindistan’ın uzay programı, geçtiğimiz 20 yılda düşük maliyetiyle küresel anlamda dikkatleri üzerine çekiyor.

Hindistan merkezli bağımsız uzay düşünce kuruluşu Spaceport SAARABHAI’nın Genel Müdürü Dr. Susmita Mohanty, “Hindistan 2018’de, tek bir kutup uydusu fırlatma aracıyla 104 uydu fırlatarak rekor kırdı, bunu yaptık çünkü bilim insanlarımız ve mühendislerimiz, bu 104 uydunun her birini mükemmel yörüngelerine hassasiyetle yerleştirme sanatını ve bilimini biliyorlar” diyor.

Hindistan’ın Mars’a gerçekleştirdiği tek misyon olan Mangalyaan’ın maliyeti yaklaşık 75 milyon dolardı. Bu NASA’nın geliştirme maliyeti 485 milyon dolar olan ve fırlatması 187 milyon dolara mal olacak Maven Mars uydu aracınınkinden oldukça az.

Hindistan’ın tüm uzay misyonları için temel ilke, yeniden kullanılabilirlik ve bileşenleri yerel olarak tedarik etmek.

Önceki misyondan farklı olarak Chandrayaan-3, yörüngede kalmayı sağlayan bir uydu içermiyor.

Bu görevde, iniş aracı, keşif aracı ve kontrol odası arasındaki tüm iletişimi sağlamak için önceki görev Chandrayaan-2’nin yörünge aracı kullanılacak.

ISRO’nun eski başkanı K Sivan, Hindistan aynı zamanda maliyeti düşürmek için daha az güçlü roketler kullandığını, İsrail’in de benzer bir stratejiyi uyguladığını söylemişti:

“Ay’ın yörüngesine geçmek için Ay’ın yerçekimi kuvvetini kullanıyoruz. Ay’ın yörüngesine ulaşmak 29 gün sürüyor. Bu Ay’a ulaşmanın en az maliyetli yolu. 2019’un başında fırlatılan İsrail’in Beresheet misyonu da aynı yöntemi izledi”.

Hindistan’ın uzay programının bütçesi 1,5 milyar dolar.

Dr. Mohanty, “Öncü uzay güçleri arasında Hindistan her zaman pragmatist olandı. Planlamamızın merkezi ekonomi misyonu” diyor.

Bilim insanları, insanlığın Dünya’ya vurduğu damganın, en açık şekilde Kanada’nın Ontario bölgesindeki küçük Crawford Gölü’nde görülebildiğini söylüyor.

İnsanlığın gezegenimizde yol açtığı çevre değişikliklerini yeni bir jeolojik dönem olarak tanımlayabilmek için bir süredir çalışmalar yürüten uzmanlar, Crawford’un mükemmel bir örnek olduğu görüşüne vardı.

Bu gölde biriken tortular, insanlığın çevreye en önemli etkilerinden biri olan yaygın fosil yakıt kullanımını hatta nükleer bomba denemelerinden sonra yayılan plutonyumu mükemmel şekilde -deyim yerindeyse- kayıt altına almış.

İşte bu tortuların oluşturduğu çamur tabakaları, uzmanlara göre, Antroposen adını verdikleri, insanla başlayan yeni bir jeolojik evrenin başlangıcına işaret ediyor.

DERGİ – Dünya yeni bir çağa mı girdi?

Araştırmacılar bu işaretleri, öneminin altını çizmek için “altın işaret” ya da daha resmi adıyla Küresel Stratotip Akışı Bölüm ve Noktası” (kısaltması GSSP) olarak nitelemek istiyorlar.

Dünya’nın jeolojik tarihindeki diğer önemli dönüşümler hep GSSP olarak anılıyor. Bunun gerçek hayatta karşılığı genellikle, bilimsel olarak önemli olduğu düşünülen jeolojik tabakaların bulunduğu yere bir pirinç çivi çakılması.

Ama Crawford Gölü söz konusu olduğunda bu, Kanada’nın başkenti Ottowa’daki bir müzeye kaldırılan dondurulmuş tortu kesitinin yanına konulan bir pirinç levha olarak görülebilecek.

Londra Üniversitesi’nden Dr Simon Turner “Crawford mükemmel bir örnek” diyor.

Sondajla gölün dibinden alınan derin tortu örneklem kesitinin dev bir lolipop gibi göründüğünü ama yıl yıl birbirinden ayırılabildiğini anlatıyor.

Antroposen Çalışma Grubu’nun sekreteri Dr Turner “Bu yıllık katmanlar fosil yakıt ürünlerinin kullanımını, plutonyumu, jeo-kimyada, mikro-ekolojide ve çevresel değişimi gösteren benzeri her türlü şeyi kayda geçiriyor.”

Çoğunuz okul kitaplarında ya da sınıflarınızın duvarlarında asılmış olarak Dünya’mızın 4,6 milyar yıllık tarihini gösteren kronolojik katman tablosunu; Kronostatigrafik Tablo’yu görmüştür.

Bu tablodan Triasik, Jurasik ve Kretase dönemlerini hatırlarsınız. Şu anda yaşadığımız ve son buzul çağının kapandığı 11 bin 700 yıl öncesinde başlayan döneme ise Holosen Evre deniyor.

Antroposen Çalışma Grubu son on yıl boyunca bu tabloda güncelleme yapmak gerekip gerekmediği sorusuna yanıt arıyordu.

Uzmanlardan oluşan grup artık tabloyu güncellemek için yeterli kanıt toplandığı görüşünde. Yeni dönemin başlangıcının ise 1950 olması gerektiğini düşünüyorlar.

Bu tarih “Büyük hızlanış” olarak adlandırılan yani insan nüfusu ve tüketim kalıplarındeki değişimin birden hızlandığı yıla işaret ediyor. Aynı zamanda teknolojinin gelişmesiyle eşzamanlı olarak aluminyum, beton ve plastik kullanımının hızla yaygınlaşmasına da denk düşüyor.

Crawford’un dibindeki tortulara bakıldığında değişimdeki hızlanmanın izi yıl yıl sürülebiliyor.

Sıcak yaz aylarında oluşan alg ve büyüyen yosunlar göl suyunun çok küçük kalsit kristaller oluşturmasına yol açıyor. Bunlar gölün dibine düşerek beyaz bir tabaka oluşturuyor. Soğuk kış aylarında alg ve diğer organizmalar ölüyor ve bunlardan kalan organik maddeler de kahverengi-siyah bir tabaka oluşturuyor.

Fakat mevsimlere bağlı bu açık ve koyu renkli katmanların arasında gölün bulunduğu bölgeye de yansıyan daha genel çevresel değişiklikler de tespit edilebiliyor.

Uzmanlar, bu katmanları bir süpermarketin kasasında barkod okurcasına çözüyor.

Ontario, St Catharines’deki Brock Üniversitesi’nden Profesör Francine McCarthy “Uçan kül dediğimiz karbonlu yuvarlak zerrecikler görüyoruz. Bunlar çok yüksek ısıda yanan fosil yakıtlar, esasen kömür kullanımıyla ortaya çıkıyor” diyor.

“Bu karbonlu yuvarlak zerreciklerin artış sebebi ise tabi ki 20. yüzyılın önemli bir kısmında ve günümüze kadar üretim yapan çelik fabrikalarının bulunduğu Kanada’nın en büyük sanayi kenti Hamilton’un, Crawford’un çok yakınında olması.”

Bir başka önemli ayırt edici bulgu ise plutonyum.

Crawford’un dibinden çıkarılan çamur katmanları bu yılın başlarında, bu radyoaktif elementin ilk kez hangi yıla tekabül eden, hangi katmanda ortaya çıktığının belirlenmesi için İngiltere’ye, Southampton Üniversitesi’ne tahlile gönderildi.

Profesör Andrew Cundy ” Tortular içinde plutonyum ve diğer bazı maddeleri aşağı yukarı1945 yılından itibaren görüyoruz. Fakat plutonyum artıklarının gerçekten küresel düzeyde yayılması 1952’deki güçlü nükleer bomba denemelerinden sonra yaşandı” diyor.

Southampton Üniversitesi’deki uzmanlar BBC’ye “Söz konusu plutonyum izotoplarından birinin radyoaktif etkisinin yarılanması için 24 bin yıl geçmesi gerekiyor. Bu da daha en az 100 bin yıl daha tortular içinde gözlemlenebilecekleri anlamına geliyor. Ama bunun ötesinde karbon partikülleri zaten hep görülebilecek” diyorlar.

Antroposen Çalışma Grubu, insanlığın doğaya vurduğu damgayla belirlenecek Antroposen Evresi’nin başlangıcı için bir tarih belirlemeye çalışıyor ve Southampton’da yapılan tahliller bu kararda önemli rol oynayacak.

Bundan binlerce yıl sonra jeologların bugünden kalan jeolojik katmanlar üzerinde çalışarak insanın gezegenimizde yol açtığı köklü değişimleri anlamaya çalışacağını düşünmek heyecan verici.

Fakat bu çalışmaların ilk adımı olan tarihi katman incelemesinin (stratigrafi) şimdiden başladığını söyleyebiliriz.

İngiltere’nin güney sahili açıklarındaki Wight Adası’ndaki Munsley Bataklığı örneğine bakalım.

Bataklığın doğru yerini bulabilirseniz, Pleistosen’den Holosen evresine geçişi yani Dünya’nın jeolojik olarak şimdiye kadar geçirdiği en büyük çevresel dönüşümü kayda geçirmiş çamur katmanlarını ortaya çıkarabilirsiniz.

Diğer yandan Kuzey Avrupa buzulları küçülür ve ısı yükselirken polen zerrecikleri Arktik Alp bitkilerinin yokoluşunun, huş ve söğüt ağaçlarının yayılmasının izini kaydediyor.

Southampton Üniversitesi’nden Profesör Sabine Wulf “Geriye dönüp baktığımızda bu dönüşümlerin bir kısmının gerçekten çok kısa bir süre içinde, 30-40 yıl, yani bir kuşağın yaşam süresinde meydana gelebildiğini öğreniyoruz” diyor.

Antroposen Çalışma Grubu çalışmalarının sonuçlarını ve yeni bir evre belirleme konusundaki tavsiyelerini bu yıl uluslararası jeoloji camiasına sunacak.

Ama nihai kararı verme yetkisi Uluslararası Stratigrafi Komisyonu’na ait. Dünya’nın bütün okullarına asılı gezegenimizin geçirdiği dönemler tablosunu güncelleyip güncellememe kararını onlar verecek.

 

Roberta Angheleanu | BBC Future

Tümörlerin içinde ve çevresinde yaşayan bakteriler ve mantarlar, kanserin nasıl geliştiğini ve nasıl tedavi edilebileceğini anlamada önemli rol oynayabilir.

Vücutlarımız farklı canlı türlerini barındırıyor. Bağırsaklar, ağız, burun ve cildimiz hem yararlı hem de zararlı olabilen çeşitli mikroplar için yuva işlevi görüyor. Ancak son yıllarda bilim insanları tümörlerde de mikroplara rastladı.

Kanserler genelde hastanın kendi hücrelerinden oluşan ve kontrolsüz bir şekilde büyüyen kitleler olarak düşünülür. Aslında bunlar birçok farklı hücre tipinden oluşurlar ve kanser tedavisinin bu kadar zor olmasının bir nedeni de budur: Sağlıklı dokulara zarar vermeden onları hedef alma sorunu.

Tümörler bakteri ve mantar gibi hücre topluluklarına da ev sahipliği yapar ve bunların bazıları tümörün çevresindeki ortamda gelişirken, bazıları da kanser hücrelerinin içinde yaşar.

Ancak yakın zamana kadar bu mikropların tümörlerde oynadığı rol net olarak anlaşılamamıştı. Şimdi bilim insanları tümörle ilişkili bu mikroorganizmaların kanser hücrelerinin gelişmesine yardımcı olup olmadığını çözmeye başlıyor. Böylece kanserlerin tedavisi ve önlenmesinde de yeni yaklaşımlar üzerinde duruluyor.

İsrail’in Rehovot kentindeki Weizmann Bilim Enstitüsü’nde kanser biyoloğu olan Ravid Straussman ve ekibi 2017 yılında yaptıkları bir çalışmada, pankreas kanserlerinin içinde yaşayan bazı bakterilerin yaygın bir kemoterapi ilacını etkisiz hale getirerek tümörleri koruyabildiğini ortaya çıkardı.

Gammaproteobakteri olarak bilinen belirli bir bakteri sınıfının, mesane, meme ve pankreasta bulunanlar da dahil olmak üzere bir dizi kanseri tedavi etmek için kullanılan bir ilaç olan gemsitabini parçalayabildiğini buldular. Bu da tümörlerin ilaca karşı dirençli hale gelmesine yardımcı oldu.

Ekip kolon (kalın bağırsak) kanseri olan farelere bu bakteriyi enjekte ettiğinde, farelerin kanserleri de ilaca dirençli hale geldi. Ancak araştırmacılar farelere kemoterapi ilacının yanı sıra bir antibiyotik verdiklerinde direnç ortadan kalktı.

Bu bulgulara ek olarak, Japonya’daki Tohoku Üniversitesi’nden bir ekip tarafından 2019 yılında yayınlanan bir araştırma, tek başına kemoterapi amaçlı bir ilaçla tedavi edilen ve mevcut bir enfeksiyonu önlemek veya tedavi etmek için ek olarak antibiyotik alan ileri kanser hastalarını geriye dönük olarak inceledi. Antibiyotik verilen hastaların tedaviye daha iyi yanıt verdiği görüldü.

Çalışmalar, tümörlerin içinde neler olabileceğine dair önemli bir ipucu sunuyor.

Straussman ve ekibi şimdi bu çalışmaları, ilk basamak tedavileri başarısız olan pankreas kanserli hastaları içeren bir klinik çalışma ile geliştirmeyi hedefliyor. Hastalara kemoterapi ilacı gemsitabin ile birlikte Gammaproteobakterilere karşı etkili olduğu bilinen bir antibiyotik vererek antibiyotiğin sonuçları iyileştirip iyileştirmediğini görecekler.

Ancak bakteriler, tümörleri ilaç tedavisinden korumanın ötesinde kanserde başka roller de oynayabilir.

Straussman’ın ekibi 2020 yılında meme, akciğer, yumurtalık, pankreas, melanom, kemik ve beyin olmak üzere yedi farklı kanser türünde 1.500’den fazla insan tümörünü inceledi. Tüm tümörlerin kanser hücrelerinin ve bazı bağışıklık hücrelerinin içinde yaşayan bakteriler tarafından istila edildiğini gördüler. Farklı tümör tipleri farklı bakteri toplulukları barındırıyordu.

Straussman’a göre bu bakterilerin her biri, içinde yaşadıkları tümörün mikro ortamına adapte olmuştu. “Akciğer kanserinde, sigara içen insanların nikotini bozabilen daha fazla bakteriye sahip olduğunu, kemik kanserlerinde, kemik tümörlerinde zenginleştirilmiş bir metabolit olan hidroksiprolini metabolize eden bakteriler görüyoruz.”

Birçok vakada bakterilerin kanser hücrelerini kontrol altında tutarak hastaya yardımcı olup olmadığı henüz bilinmiyor.

Örneğin bazı meme kanseri türlerinde bulunan bakteriler, meme kanseri riskini artırdığı bilinen bir tür kanserojen olan arsenatı etkisiz kılabilir. Bazıları ise DNA’ya zarar verebilecek zararlı reaktif oksijen moleküllerinin seviyelerini azaltmaya yardımcı olan mikotiyol adlı bir kimyasal üretebilir.

Ancak bazı durumlarda tümörde yaşayan bakterilerin kanseri daha da kötüleştirebileceğine dair kanıtlar da artıyor.

Straussman, bağışıklık sisteminin kanser hücrelerini hedef alma ve yok etme yeteneğinin bakteriler tarafından değiştiriliyor olabileceğini belirtiyor. Ancak tümörlerin içindeki bakterilerin kanserlerin seyri üzerindeki etkilerini incelemek için çok daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söylüyor.

Mikropların metastaza etkisi

Şimdiden bazı ipuçları da yok değil. Örneğin, Çin’deki bilim insanlarının 2022’de yaptığı bir çalışma, meme tümörlerindeki bazı bakterilerin kanser hücrelerinin vücudun diğer bölgelerine yayılmasını kolaylaştırabileceğini öne sürüyor.

Araştırmacılar, farelerin kanında dolaşan meme tümörü hücrelerinin içinde yaşayan bakteriler buldular. Dolaşımdaki bu kanser hücreleri birincil tümörden saçılıp metastaz yaparak vücudun diğer bölgelerine taşınarak oralarda büyüyebilir. Bununla birlikte, tümör hücreleri kan dolaşımına girdiğinde strese maruz kalırlar ve bu bazılarının parçalanmasına neden olur.

Çinli araştırmacılar, bu hareketli tümör hücrelerinin içinde yaşayan mikropların onları bu stresten bir miktar koruduğunu keşfetti. Bunu, hücre iskeleti olarak bilinen hücre içi destek yapılarının yeniden düzenlenmesini sağlayarak yapıyor olabilirler; böylece hücreler daha sağlam oluyor.

Araştırmacılar bu bakterileri fare tümörlerinden temizlediğinde, birincil meme kanseri büyümeye devam etse de, tümörlerin metastaz yapma yeteneklerini kaybettikleri görüldü.

İsviçre’nin Lozan kentindeki İsviçre Deneysel Kanser Araştırmaları Enstitüsü’nde onkolog Douglas Hanahan’a göre, “Bağırsak, deri ve diğer mukozal organların yanı sıra tümörlerdeki belirli mikropların tümör büyümesini ve ilerlemesini destekleyebileceğine ya da alternatif olarak buna karşı koyabileceğine dair kanıtlar giderek artıyor. Ancak manzara çok karmaşık ve ipuçları olsa da kimin ne yaptığı konusunda kesin bir netlik yok”.

Diğer çalışmalar, diş eti hastalığıyla ilişkili bir ağız bakterisi olan, ama aynı zamanda bir dizi farklı kanserle de ilişkili olabilecek Fusobacterium nucleatum’u inceledi. Bu bakterilerin kan dolaşımı yoluyla ağızdan kolorektal kanser hücresine geçebildiği görülüyor. Her bakterinin çeperinde kanser hücrelerinin çeperine bağlanarak orada koloni kurmasını sağlayan parçacıklar vardır.

Bu bağlanma, diğer hücrelerin kanser hücrelerini yok etme kabiliyetini engeller. Bakteri ayrıca kanser hücrelerini kemoterapiye daha dirençli hale getiren moleküler bir cephanelik de kullanır. Bakteri bir kez yerleştiğinde, bağışıklık sisteminin kanser hücrelerini öldürme yeteneğini engelleyerek tümörlerin büyümesini ve yayılmasını hızlandırabilir.

Antibiyotik etkisi

Fusobacterium nucleatum DNA’sına insan meme kanseri örneklerinde de rastlanması vücudun başka yerlerindeki tümörleri de etkilediğini gösteriyor. Bir araştırmada, bakteri meme kanseri olan farelere verildiğinde hastalığın ilerlemesini ve yayılmasını hızlandırmış, farelere antibiyotik verilmesi ise bunu engellemişti.

Antibiyotikleri kanser tedavilerine dahil etmek cazip görünse de bu o kadar basit değil. Hanahan, vücudumuzdaki mikropların birçoğunun iyi huylu ve hatta faydalı olduğunu, bu nedenle antibiyotik tedavisinin yarardan çok zarara yol açabileceğini söylüyor.

Bunun yerine, araştırmacıların tümörle ilişkili mikrobiyomun tüm karmaşıklığını çözmeye çalışması daha doğru olur. Mikrop topluluklarının tamamı tümörlerin içinde bulunabilir ve birbirlerini beklenmedik şekillerde destekleyebilir.

Tümörler ve mantarlar

San Diego’daki California Üniversitesi’nde geliştirilen ve DNA tespitine dayanan teknikler sayesinde en az 33 farklı kanser türünün kendileriyle ilişkili bakteri kolonilerine sahip olduğu belirlendi. Araştırmacılar bu tekniklerin, hastanın kanında tümörle ilişkili farklı bakterilerin DNA’sını arayarak kanser teşhisinde yeni yollar geliştirmek için de kullanılabileceğine inanıyor.

Bu çalışmanın arkasındaki ekip, 2022’de Ravid Straussman ile güçlerini birleştirerek kanser tümöründe yaşayan mantarları ortaya çıkardı. Birçoğu farklı tür kombinasyonlarını barındıran 35 farklı kanser türünde mantar buldular.

Straussman, “Daha fazla bakteriye sahip olan tümörlerde daha fazla mantar olduğunu ve daha az bakteriye sahip olanlarda daha az mantar olduğunu gördük” diyor:

“Bu noktada sadece bazı tümörlerin içlerindeki mikropların varlığı açısından daha kısıtlayıcı, bazılarının ise daha müsamahakâr olduğu varsayımında bulunabiliriz.”

Tıpkı bakterilerde olduğu gibi, bu mantarlardan bazıları bağışıklık sistemini tümör lehine manipüle ediyor gibi görünüyor. Malassezia globosa mantarının bir tür pankreas kanserinin gelişimini hızlandırdığı tespit edildi. Straussman ve California Üniversitesi’ndeki araştırmacıların yaptığı çalışmada, aynı mantarlar genel sağ kalım süreleri daha kısa olan meme kanseri hastalarında da bulundu. Diğer araştırmalar, pankreas kanserlerinde bulunan bazı mantarların, tümör büyümesini destekleyecek şekilde bağışıklık sisteminin bazı kısımlarını ele geçirdiğini ortaya koydu.

2022 ‘de yapılan bir çalışmada Candida mantarının yaygın olduğu mide kanserlerinde, iltihaplanmaya yol açan tümör genlerinde artış görüldüğü ve Candida DNA’sı bakımından zengin kolon tümörlerinin metastaz ihtimalinin daha yüksek olduğu belirlendi. Cornell Üniversitesi’nde mikrobiyolog Iliyan Iliev, bunun “Candida sayısındaki artışın bağırsak epitel bariyerinin [bağırsağı kaplayan hücreler] kaybıyla ilişkili olabileceğinden kaynaklanabileceğini” söylüyor.

Bu bulguların hızlı ilerlemesine rağmen, tümörler ve içlerinde yaşayan mikroplar arasındaki ilişkiye dair pek çok soru hala yanıt bekliyor. Mikroplar ilk etapta tümörün gelişiminde bir rol oynuyor mu? Yoksa kanserli yuvalarına yerleştiklerinde onları korumak için adapte olmakla mı yetiniyorlar? Ve bu mikrop topluluğu kansere karşı mücadelede bize yardımcı olabilir mi?

Önümüzdeki yıllarda, tümörlerdeki mikropları hedef almak, kanser hücrelerine odaklanmak kadar önemli hale gelebilir ve daha erken teşhislere ve hatta yeni tedavilere yol açabilir. Ancak bu alandaki çalışmalar henüz yeni başladı.

04.07.2023

Yeni bir araştırma, akıllı saatlerin Parkinson hastalığını ilk belirtiler görülmeye başlamadan yedi yıl önce tespit etmekte kullanılabileceğini ortaya koydu.

Cardiff Üniversitesi’nde bunama üzerine araştırmalar yapan UK Dementia Research Institute, bu araştırma için 103 bin 712 kişinin akıllı saat verilerini yapay zeka kullanarak analiz etti.

2013 ve 2016 yılları arasında kullanıcıların bir hafta boyunca hareket hızlarını ölçen araştırmacılar, kimlerin Parkinson hastalığına yakalanacağını başarıyla tahmin etti.

Bilim insanları, bunun yaygın bir şekilde erken teşhis için kullanılan bir yöntem haline gelmesini umuyor.

Bilimsel dergi Nature Bedicine’de yayımlanan makalenin yazarları, bu alanda daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu, başka bilim insanlarının da dünyanın farklı bölgelerindeki akıllı saat kullanıcılarının verilerini benzer bir şekilde inceleyerek bu yöntemi test edebileceğini aktarıyor.

Parkinson hastalığına yakalananların beyinleri yıllar içinde zarar görüyor.

Hastalığın belirtileri arasında istemsizce titreme, harekette yavaşlama ve kaslarda esneklik kaybı yer alıyor.

Öte yandan genellikle hastalık teşhis edildiğinde beyin halihazırda hasar görmüş oluyor.

Araştırmaya liderlik eden Dr. Cynthia Sandor, İngiltere gibi halkın yüzde 30’unun akıllı saat giydiği toplumlarda bu yöntemin Parkinson hastalığını erken teşhis etmek için ucuz ve güvenilir bir yöntem olabileceğini söylüyor:

“Sadece bir haftalık verileri inceleyerek yedi yıla kadar ileriyi öngörmeyi başardık.

“Bu sonuçlardan yola çıkarak hastalığın erken teşhisi için güvenilir bir yöntem geliştirebiliriz.

“Bunun hem araştırmaların iyileştirilmesi hem de gelecekte bir tedavi bulunursa hastaların erkenden tedaviye başlaması için kullanılması mümkün.”

Araştırma, yarım milyon kişinin sağlık verilerini paylaştığı UK Biobank’ın verileri kullanarak yapıldı.

Araştırmada yer alan Dr. Kathryn Peall da geliştirdikleri yöntemin Parkinson hastalığı belirtilerini, yaşlılık veya güç kaybı gibi benzer durumların belirtilerinden ayırt edebildiğini söylüyor:

“Modelimizi farklı hastalıklarla ve nöron kaybına yol açan diğer hastalıklarla test ettiğimizde de Parkinson hastalığını net bir şekilde ayırt etmeyi başardık.”

Öte yandan insanlara belirtiler çıkmadan yıllar önce Parkinson hastalığına yakalanacaklarını söyleyip söylememek ise ayrı bir konu.

Dr. Peall, buna kişilerin kendilerinin karar vermesinin doğru olacağını söylüyor.

Çocuğun gelişi sevinçle karşılansa da en sağlam ilişkilerde bile sorunlara yol açabiliyor.

Araştırmalara göre ilişkilerin önemli bir çoğunluğu çocuk sahibi olduktan sonra değişiyor. İsviçre’deki Bern Üniversitesi’nin 2021 tarihli bir araştırmasına göre, ebeveyn olsun ya da olmasın çiftlerin ilişkilerinden tatmin düzeyi birlikteliğin ilk 10 yılında azalıyor ve genellikle dalgalı bir seyir izliyor.

Ancak ebeveyn olanların tatmin düzeyi olmayanlara göre daha düşük takip ediyor.

Çocuk sayısı arttıkça ilişkiden tatmin düzeyi azalıyor. Oranlar özellikle yenidoğan anneleri için daha düşük: Evli annelerin yüzde 38’i ilişkisine dair yüksek tatmin ifade ederken çocuk sahibi olmayan evli kadınlarda bu oran yüzde 62’ye çıkıyor.

Ebeveynliğin ilişkileri zorlaması aslında şaşırtıcı bir sonuç değil. Çiftlerin büyük çoğunluğu için iletişim, yakınlık ve birlikte geçirilen zaman gibi psikolojide “koruyucu” ilişki öğeleri olarak adlandırılan faktörler çocuğun gelişinden olumsuz etkileniyor.

Buna uykusuzluk ve maddi kaygılar gibi stres faktörleri eklenince bir çiftin çocuk sahibi olduktan sonra kendilerini daha fazla çatışma veya gerginlik içinde bulmaması imkansız görülüyor.

Buna rağmen birçok evli çift, çocuktan sonra ilişkilerinin bu şekilde sekteye uğramasını beklemiyor. Bunun sebebiyse konunun doğum öncesi eğitimlerde, sosyal medyada ya da çiftlerin yakınları tarafından çok az konuşulması.

Uzmanlara göre bu durum ebeveynlerin yaşadıkları zorluklarla ilgili utanç duymalarına ve soyutlanmalarına neden olurken psikolojik yardım almamalarıyla sonuçlanıyor.

İlişkideki çatlaklar belirgin hale geliyor

ABD, California’da aile terapisti Stacey Sherrell, ebeveyn olmanın yeni çatışmaların tek nedeni olmadığını söylüyor. Ancak çiftlerin bebek öncesinde genellikle zayıf iletişim gibi konulara odaklanmak için daha fazla zamanları oluyor.

Çocuk sahibi olduktan sonra zorlanan çiftlerle sık sık çalıştığını söyleyen Sherrell, “Yavaşlayıp yakınlaşmamız gereken bir zamanda ertelediğimiz tüm sorunlar öylece bizi bekliyor. Seks hayatınız iyi değil mi? Muhtemelen çocuktan sonra daha iyiye gitmeyecek” diyor.

Sherrell, çocuktan sonra “biraz rahatsız edici” olabilecek bir davranışın bile büyük bir soruna dönüşebileceğini söylüyor.

Örneğin, eşlerden biri video oyun oynamayı seviyorsa, çocuklardan sonra bu, diğerinin çocuklara tek başına ebeveynlik yapmak zorunda kaldığı anlamına gelebiliyor.

Bunun yanında çatışmalar sadece sorunlu ilişkilerde değil aynı zamanda kendilerini çok sağlam gören çiftleri de etkileyebiliyor.

Örneğin toplumsal cinsiyet rolleri annelerin bebekleriyle ilgili tüm sorumluluğu üstlenip kocalarıyla çatışmalar yaşamasına neden olabiliyor. Annelerin çocuk için başkalarından gelen tüm bakım girişimlerini reddetmesi durumuna “anne bekçiliği” adı veriliyor.

Bunun yanında çok çocuklu eşler için kesintisiz bakım baskısı ilişkilere gücenme ya da içerlenme gibi hislerin yerleşmesine neden olabiliyor.

Kimlik değişimi

Bakım ve toplumsal cinsiyet kalıpları, çiftler arasında çatışmalara yol açan tek konu değil.

Çiftler çocukla birlikte kimliklerinin nasıl değişeceğine çoğunlukla hazırlıksız yakalanıyor.

Kadınlar için anneliğe geçiş olarak adlandırılan bu süreçle ilgili daha fazla şey biliniyor. Davranışları etkileyen hormonal değişikliklerden beden imajına kadar çok yönlü bu geçiş genellikle hamilelikte başlıyor.

Doğum yapmayan ebeveyn için, bebek doğmadan önce eşinin değiştiğini görmek kafa karıştırıcı olabiliyor.

Doğum öncesi ve doğum sonrası dönemde de yaygın olan ruh sağlığı sorunları daha fazla zorluk getirebiliyor. Örneğin, doğum sonrası depresyon yaklaşık dört anneden ve on babadan birini etkiliyor.

Bunun yanında doğumda sağlık sorunları olan bir bebeğe sahip ebeveynlerde kaygı düzeyinin yükselmesi sorunlar da gözlenebiliyor.

Bu sorunlar birkaç sene içinde düzelse de bazı ebeveynler, sadece cinsel yaşamlarının değil sarılma ve dokunma gibi sevgi ve yakınlık gösteren davranışların da eskisine dönmediğini söylüyor.

Bazı çiftlerde kadınlar için özgüvenli birey kimliğinin anne kimliğiyle gölgelenmesi bunda etkili olabiliyor.

Koruyucu faktörler ilişkiyi geliştiriyor

Ebeveynlerin zorlanması ya da ilişkiyle ilgili tatminsizlikler çok yaygın görülmesine rağmen birçok çift bu sorunlarla ilgili yardım almak değil konuşmayı bile düşünmüyor.

Ancak duyguları bastırmak, ebeveynlerin daha yalnız hissetmesine neden olabiliyor ve onları profesyonel destek aramaktan ya da eşleriyle iletişim kurmaktan alıkoyabiliyor.

İnsanların bu konuda konuşmaması çatışmaların nadir yaşandığı inancını yaygınlaştırıyor. Bunun da yaftalanmayı beslediği düşünülüyor.

İsviçre’deki Bern Üniversitesi’nde Psikolog ve Araştırmacı Janina Buehler, yaftalanma korkusunun ilişkilerdeki bu zorlukları aşmayı daha da zorlaştırdığını savunuyor:

“İlişkilerin her zaman çok tatmin edici olması gerektiği, düzenli seks yapmamız, her zaman mutlu olmamız gerektiği fikri doğru değil”.

Bazı çiftler, ilişkilerini kurtarmak için çok çaba harcamış olsalar bile, bu çatışmalardan kurtulamayıp çareyi boşanmakta buluyor.

Yine de çocuk sahibi olan tüm çiftler bitmeyen çatışmalar ya da ayrılığa sürüklenmiyor.

Uzmanlar, çiftler arasında “koruyucu” faktörleri beslemenin birliktelikleri geliştirmede önemli rol oynadığını söylüyor.

Buehler’in ortak yazarlığını yaptığı, ilişki tatminini zaman içinde inceleyen kapsamlı araştırmaya göre, bu koruyucu faktörler arasında net, açık iletişim; anlaşıldığını ve onaylandığını hissetmek; haftada en az bir kez birlikte vakit geçirmek ve özellikle partnerinin her yönden ideal olması gerekmediği gibi gerçekçi beklentilere sahip olmak var.

Bununla birlikte, çiftler her zaman ilişkilerine kolaylıkla öncelik veremeyebilir. Bazıları çiftlerin terapiye ya da birlikte yalnız zaman geçirmek için çocuk bakımına erişimi diğerlerininkine daha kolay.

Buna karşın Buehler, çatışan çiftlerin ilişkilerini besleyecek her ne kaynakları varsa bunu kullanmak için bir an önce harekete geçmenin önemli olduğunu söylüyor.

30.06.2023

James Gallagher | Sağlık ve Bilim Muhabiri

Çok sayıda gıda ve içecekte yer alan aspartamın “kanserojen olma ihtimali bulunan maddeler” listesine ekleneceği haberlere yansıdı.

“Kanserojen olma ihtimali bulunan maddeler” tanımı sıklıkla kafa karışıklığına yol açıyor. Bunun nedeni de, kansere yol açma ihtimalinin yüksekliği veya düşüklüğü hakkında hiçbir ipucu vermemesi.

Aynı kategoride yer alan diğer maddeler arasında aloe vera, dizel benzin ve Asya’da üretilen sebze turşuları da var.

BBC’nin edindiği bilgilere göre Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) kanser araştırmaları yürüten birimi olan Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC), kararını 14 Temmuz’da açıklayacak.

Aspartamın içinde ne var?

Şekerden 200 kat daha tatlı olan aspartam, bu sayede kalorisiz bir şekilde yiyecek ve içecekleri tatlandırabiliyor.

Diyet veya şekersiz ürünlerin pek çoğunda ve sakızlarda da bulunan aspartam Coca Cola Zero ve Pepsi Max gibi içeceklerin vazgeçilmezi.

Aspartamın 6 bin farklı gıda ürününde kullanıldığı tahmin ediliyor.

Bu tatlandırıcı gıda güvenliği kurumlarından gerekli izinleri aldıktan sonra on yıllardır kullanılıyor.

Fakat bu süreçte aspartam hakkındaki tartışmalar da hiç eksik olmadı.

IARC bugüne kadar aspartam ve kanser arasındaki ilişkiyi inceleyen 1.300 araştırmayı tarama sürecini tamamladı.

Bu süreç hakkında bilgi sahibi kaynaklarla konuşan Reuters, aspartamın “kanserojen olma ihtimali bulunan maddeler” listesine ekleneceğini yazdı.

Fakat bu tanım ne anlama geliyor?

BBC’nin edindiği bilgilere göre resmi açıklama IARC tarafından 14 Temmuz’da yayımlanacak. Aynı tarihte gıda katkı maddeleri üzerine çalışan bir uzman komitesinin de açıklama yapması ve hakemli bilimsel dergi Lancet Oncology’de bir makale yayımlanası bekleniyor.

IARC’nin kullandığı sınıflandırma şu şekilde:

  • Grup 1: Kanserojen maddeler
  • Grup 2A: Muhtemelen kanserojen olan maddeler
  • Grup 2B: Kanserojen olma ihtimali bulunan maddeler
  • Grup 3: Sınıflandırılamayan maddeler

Fakat kafa karışıklığına yol açan şey de tam olarak bu tanımlar.

Open University’den istatistik profesörü Kevin McConway, “IARC kategorileri bize aspartamın ne kadar riskli olduğu hakkında hiçbir şey söylemiyor, çünkü bu kategorilerin amacı bu değil” diyor.

IARC kategorileri bir maddenin ne kadar riskli olduğunu değil, kanserojen olup olmadığı konusunda ne kadar bilimsel veri bulunduğunu gösteriyor.

İnsan veya hayvan deneylerinde “az miktarda kanıt” varsa bir madde 2B grubuna alınıyor.

Prof. Conway, “2B kategorisinde bulunan maddelerin kansere yol açabileceğine dair güçlü kanıtlar yok. Olsaydı 2A veya 1 kategorisinde yer alırlardı” diyor.

IARC kategorileri geçmişte de kafa karışıklığına neden olmuş, gereksiz endişeye yol açtığı gerekçesiyle de eleştirilmişti.

Kırmızı et 2A grubuna alındığında, et yemenin riskini sigara içmekle eş tutanlar olmuştu.

Oysa 100 kişiye hayatlarının geri kalanı boyunca, normalde yediklerine ek olarak her gün 50 gram daha domuz pastırması yedirsek, 100 kişiden yalnızca birinde bağırsak kanseri ortaya çıkardı.

Aspartam için ise buna benzer bir sayısal veri bulunmuyor ancak WHO ve Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) ortak uzman komitesinin Temmuz’da yayımlayacağı raporla daha fazla veriye erişebiliriz.

WHO 1981’den bu yana günlük 40 miligramlık aspartam tüketiminin güvenli olduğunu söylüyor.

Bu da 60 kilogramlık birinin her gün güvenli bir şekilde, ne kadar aspartam içerdiğine bağlı olarak 12-36 kutu içecek içebileceği anlamına geliyor.

Uluslararası İçecek Birlikleri Konseyi İcracı Direktörü Kate Loatman, “basına sızdırılan bu yorumlar” nedeniyle halk sağlığı kurumlarının “son derece endişelenmesi gerektiğini” söylüyor.

Loatman, tüketicilerin yanlış yönlendirilmeleri nedeniyle şekersiz alternatifler dururken şekerli içeceklere yönelebilecekleri uyarısında da bulunuyor.

Birleşik Krallık Gıda Standartları Ajansı Bilimsel Başdanışman Vekili Rick Mumford ise IARC raporunu derinlemesine inceleyeceklerini belirtiyor ve ekliyor:

“Bizim görüşümüz bu tatlandırıcının çeşitli bilimsel komiteler tarafından incelendiği ve mevcut limitlerde kullanıldığında güvenli olduğudur.”

2000’lerin başında yapılan bir araştırma aspartamı farelerde kanserle ilişkilendirmişti. Fakat aynı araştırmanın bulguları diğer bilim insanları tarafından eleştirilmiş ve diğer hayvanlı deneylerde bir kanser riski bulunmamıştı.

Geçen yıl ise 105 bin kişinin katıldığı bir araştırmada, büyük miktarda tatlandırıcı tüketen kişilerle hiç tatlandırıcı tüketmeyen kişiler karşılaştırılmış, sonuç olarak yüksek miktarda tatlandırıcı tüketimi daha yüksek kanser riskiyle ilişkilendirilmişti.

Fakat yüksek miktarda tatlandırıcı tüketen kişilerle hiç tüketmeyenlerin yaşam tarzlarında büyük farklılıklar olması da bu ilişkiyi bir nedensellik sağlamaktan uzak tutuyor.

Uluslararası Tatlandırıcılar Birliği’nden Frances Hunt-Wood, “Aspartam tarih boyunca en çok araştırılan gıda malzemelerinden biri ve dünya genelinde 90’dan fazla gıda güvenliği kurumu bunun güvenli olduğunu söylüyor” diyor.

 

Pallab Ghosh | BBC Bilim Muhabiri

Bilim insanları uzak galaksilerin merkezindeki süper kütleli kara delikler birleşmeye başladığında yörüngelerinden gelen şok dalgalarını tespit etti.

Bu, süper kütleli kara deliklerin üst üste gelip spiral şeklinde dönerken uzay ve zamanı büktüklerine dair ilk doğrudan kanıt olabilir.

Teoriye göre galaksiler bu şekilde büyüyor. Gökbilimciler yakında bunun gerçekleşmesini izleyebilecekler.

Bu bozulmalar evrenin her yerinde her zaman yaşanan bir durum.

Keşfi yapan gruplardan biri, Almanya’daki Max Planck Radyo Astronomi Enstitüsü’nden Profesör Michael Kramer liderliğindeki Avrupa Pulsar Zamanlama Dizisi Konsorsiyumu (EPTA).

Kramer’e göre, keşif gökbilimcilerin uzay hakkındaki fikirlerini sonsuza dek değiştirebilir:

“Einstein’ın yerçekimi teorisinin yanlış olup olmadığını; evrenin büyük kısmını oluşturan gizemli şey olarak karanlık madde ve karanlık enerjinin gerçekte ne olduğunu anlamamızı sağlayabilir; ayrıca yeni fizik teorilerine yeni bir pencere açabilir.”

Daha ileri çalışmalarla, süper kütleli kara deliklerin tüm galaksilerin evriminde oynadığı rol hakkında yeni bilgiler elde edilebilir.

Manchester Üniversitesi’nden Dr. Rebecca Bowler, araştırmacıların tüm galaksilerin merkezinde devasa kara delikler olduğuna ve bunların milyarlarca yıl içinde büyüdüğüne inandıklarını belirtiyor. Ancak şimdiye kadar bunların hepsi bir teoriydi.

“Süper kütleli kara deliklerin olduğunu biliyoruz, sadece oraya nasıl geldiklerini bilmiyoruz. Daha küçük kara deliklerin birleşmesi bir olasılık, ama bu konuda fazla gözlemsel bulgu yok.

“Bu yeni gözlemlerle böyle bir birleşmeyi ilk kez görebiliriz. Bu da bize en büyük kütleli kara deliklerin nasıl oluştuğunu doğrudan gösterecektir.”

Gözlemler pulsar (atarca) adı verilen ölü yıldızlardan gelen sinyaller incelenerek yapıldı. Bunlar dönerek düzenli aralıklarla radyo sinyali gönderir.

Ancak İngiltere’deki Birmingham Üniversitesi’nden ve Manchester yakınlarındaki Lovell Teleskobu’ndan gökbilimcilerin de aralarında bulunduğu araştırmacılar, bu sinyallerin Dünya’ya olması gerekenden biraz daha hızlı ya da yavaş ulaştığını tespit ettiler.

Zaman bükülmesinin de evrendeki süper kütleli kara deliklerin birleşmesiyle oluşan yerçekimsel dalgalarla tutarlı olduğunu belirtiyorlar.

Fransa’daki Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi (CNRS) Astropartikül ve Kozmoloji Laboratuvarından Dr. Stanislav Babak, yerçekimi dalgalarının “Evrenin en iyi korunan sırlarından bazıları” hakkında bilgi içerdiğini belirtiyor.

Yeni bulunan yerçekimsel dalgalar bugüne kadar tespit edilenlerden farklı. Daha önceki dalgalar çok daha küçük, yıldız büyüklüğündeki kara deliklerin birbirlerine çarpmasından kaynaklanıyordu.

Son araştırmada tanımlanan türün ise yüz milyonlarca kat daha büyük kütleli kara deliklerden kaynaklandığı ve bunlar birbirlerine yaklaştıkça birbirlerinin içine girdikleri düşünülüyor.

Bunların yarattığı yerçekimsel etki o kadar güçlüdür ki zaman ve uzayın bükülmesine neden olur ve bu süreç süper kütleli kara delikler nihayet birleşene kadar milyarlarca yıl devam edebilir.

Bilim insanlarının daha önce keşfettikleri yerçekimsel dalgalar kısa süreli sarsıntılar olarak düşünülürse, yenileri sürekli etrafımızda olan bir arka plan uğultusuna benzetilebilir.

Bu konuda daha fazla araştırma yapmak ve gözlemleri birleştirmek gerekiyor. Bir sonraki adım da, eğer kaynak bunlarsa, süper kütleli kara delik çiftlerini tespit etmek olabilir.

Yerçekimi dalgalarının, şimdiye kadar yaratılmış ilk kara delikler ya da kozmik sicimler olarak adlandırılan ve her ikisi de evrenin geliştiği tohumlar olarak düşünülebilecek egzotik yapılar gibi başka heyecan verici fenomenlerden kaynaklanması da mümkün.

Yerçekimsel (kütleçekimsel) dalga nedir?

Yerçekimi günlük yaşamımızda sabit bir kuvvet. Bir bardağı elinizden bıraktığınızda her seferinde yere düşer ve parçalanır. Ancak uzayda yerçekimi aynı kalmaz. Kara deliklerin çarpışması gibi ani ve yıkıcı bir olay olduğunda değişebilir.

Bu olay o kadar sarsıcıdır ki uzay ve zamanın kendisi bükülür ve tıpkı bir çakıl taşının göle düşmesi gibi evren boyunca dalgalanmalara yol açar.

Yerçekimi dalgaları söz konusu olduğunda, evrendeki her şey göldeki su gibidir. Dalgalar geçerken her şey sıkışır, gerilir ve sonra biraz daha ezilir ve düzleşir. Yine göldeki gibi, dalgalar hızla küçülür ve kaybolur.

Yıldız büyüklüğündeki kara deliklerin birleşmesinden kaynaklanan yerçekimi dalgaları ilk kez 2015’te tespit edildi. Çok hassas lazer sistemleri çarpışmadan önceki son anlarda oluşan dalgaları ölçtü.

Spiral şeklinde hareket eden süper kütleli kara deliklerden gelen dalgalar söz konusu olduğunda pulsar yaklaşımı, nihai birleşmeden önceki milyarlarca yılda üretilen dalgaları tespit etmiş oluyor.

Bu, göle sürekli taş atmaya benziyor. Ve birleşmeler tüm uzayda gerçekleştiği için sinyal bir kakofoni olarak ortaya çıkıyor.

Avrupa Pulsar Zamanlama Dizisi Konsorsiyumu (EPTA), sonuçları Hindistan’daki bir konsorsiyumla (InPTA) birleştirdi ve çalışmanın sonuçlarını Astronomy and Astrophysics dergisinde yayımladı.

Kuzey Amerika (NANOGrav), Avustralya (PPTA) ve Çin’den (CPTA) üç ayrı rakip araştırma grubu da benzer değerlendirmeler yayınlayarak fizik ve astronomi camiasında büyük heyecan yarattı.

Araştırma gruplarının hiçbiri, kesin kanıt için gerekli olan milyonda birden daha az hata payı standardına ulaşmış verilere sahip değil; ancak veriler bir araya getirildiğinde, çeşitli ekiplerin elde ettiği sonuçlar oldukça ikna edici.

 

  • Richard Gray
  • Unvan,BBC Future

Bundan milyarlarca yıl önce ortalama bir Dünya günü 13 saatten daha kısaydı. Günlerin uzamaya devam etmesinin sırrı Ay ve okyanuslarımız arasındaki ilişkide saklı.

Bazı teorilere göre Ay, gezegenimizde yaşamı mümkün kılan koşulların oluşmasına ve hatta Dünya’daki yaşamın başlamasına yardımcı oldu.

Ay’ın gezegenimiz etrafındaki eksantrik yörüngesinin, bugün hayatımıza yön veren bazı önemli hava sistemlerinin oluşumunda rol oynadığı düşünülüyor.

Ama Ay da yavaş yavaş gözden kayboluyor.

Dünya’nın etrafında hassas bir dengede sürdürdüğü astro-balesini gerçekleştirirken “Ay çekilmesi” olarak bilinen bir süreçle yavaş yavaş gezegenimizden uzaklaşıyor.

Bilim insanları, Apollo Ay görevlerinin astronotları tarafından uydumuzun yüzeyine yerleştirilen reflektörlere lazer ışınları göndererek Ay’ın Dünya’dan uzaklığını ölçegeldiler.

Bu yöntem sayesinde son zamanlarda Ay’ın her yıl 3,8 cm hızla Dünya’dan uzaklaştığını doğruladılar. Bu süreç sonucunda günlerimiz uzamayı sürdürüyor.

Ay ve Dünya arasındaki ilişkiyi inceleyen Jeofizik uzmanı Prof. David Waltham, “Tüm süreç gelgitlerle ilgili” diyor ve bunu şöyle açıklıyor:

“Gelgitler Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşünü yavaşlatır ve Ay bu enerjiyi açısal momentum olarak kazanır.”

Ay’ın olmadığı bir Dünya var olabilir mi?

Ay’ın bizden şu anki uzaklığı 384 bin 400 km. Ancak son dönemde yapılan bir araştırma yaklaşık 3,2 milyar yıl önce, Ay’ın Dünya’dan 270 bin km uzaklıkta olduğunu buldu. Bu, bugünkü uzaklığının yüzde 70’ine denk geliyor.

Araştırmayı Almanya’daki Friedrich Schiller Üniversitesi’nden yöneten Jeofizikçi Tom Eulenfeld, “Dünya’nın daha hızlı dönmesi günün uzunluğunu azalttı ve bugünkünden farklı olarak, 24 saat içinde iki gündoğuşu ve iki günbatımı yaşandı” diyor ve ekliyor:

“Bu durum gün ve gece arasındaki sıcaklık farkını azaltmış ve fotosentez yapan organizmaların biyokimyasını etkilemiş olabilir”.

Buna benzer araştırmalar Ay’ın uzaklaşmasının sabit bir hızda gerçekleşmediğini, zaman zaman hızlanıp zaman zaman yavaşladığını da buldu.

Arjantin’de Salta Ulusal Üniversitesi’nde Yerbilimci Vanina López de Azarevich 550-625 milyon yıl önce Ay’ın yıllık 7 cm’ye kadar uzaklaşıyor olabileceğini ortaya attı.

Tom Eulenfeld, “Ay’ın Dünya’dan uzaklaşma hızı kesinlikle zaman içinde değişti ve gelecekte de böyle olacak.” diyor.

Ancak zamanın büyük bölümünde Ay’ın bugünkü hızından daha yavaş ilerlediği biliniyor.

Aslında çekilmenin olağandışı hızlı yaşandığı bir dönemdeyiz. Ay’ın şu anki konumuna ulaşması için 1,5 milyar yıl boyunca mevcut hızında geri çekilmesi gerekirdi.

Ancak süreç 4,5 milyar yıl önce Ay’ın oluşumundan bu yana devam ediyor, yani geçmişte bazı zaman dilimlerinde yavaşlamış olması gerekiyor.

Waltham, “Gelgit sürüklenmesi beklediğimizin üç katı büyüklüğünde” diyor. Bunun sebebiyse Atlas Okyanusu’nun büyüklüğü olabilir.

Kıtaların mevcut konumları, Kuzey Atlas Okyanusu havzasındaki suyun bir uçtan diğer uca sürüklenmesi sürecini anlatan rezosans etkisini oluşturmak için doğru oranlara sahip olduğunu gösteriyor, bu nedenle barındırdığı su gelgitlerinkine yakın bir oranda ileri geri çalkalanıyor.

Bu, gelgitlerin diğer türlüsünden daha büyük olduğu anlamına gelir.

Waltham’ın dediği gibi, bir çocuğu salıncakta itmek gibi, her itiş mevcut harekete göre zamanlanırsa daha da yükseğe ulaşılır.

Waltham, “Kuzey Atlas Okyanusu biraz daha geniş ya da dar olsaydı bu olmayacaktı” diyor ve ekliyor:

“Bu modeller birkaç milyon yıl geri giderseniz kıtalar farklı konumlarda olduğu için gelgit gücünün düşeceğini gösteriyor”.

Ancak gelecekte de bu şekilde devam edecek gibi görünüyor. Modellemeye göre yeni bir gelgit rezonansı bundan 150 milyon yıl sonra oluşacak ve 250 milyon yıl sonra yeni “süper kıta” biçimlerinin ortaya çıkmasıyla yok olacak.

Peki gelecekte Ay’ın olmadığı bir Dünya var olabilir mi?

Bugünkü çekilme hızında bile Ay’ın Dünya’dan tamamen ayrılması mümkün görünmüyor.

Güneş’in 5-10 milyar yıllık süre içindeki vahim yok oluşu bile daha önce gerçekleşecek. İnsanlığın muhtemelen bundan çok daha önce sonu gelmiş olacak.

Kısa vadedeyse insanlık günlerin uzamasında rol oynayabilir. Bu, buz ve buzullarda tutulan suyun iklim değişikliği nedeniyle serbest bırakılmasıyla olabilir.

Waltham, “Buz gelgitleri baskılar” diyor ve bundan 600-900 milyon yıl önce Dünya’nın kar küresi adı verilen buz çağına girdiği dönemi hatırlatıyor. Bu dönemde Ay’ın çekilme hareketinde dramatik bir yavaşlama olmuştu.

Bunun tam anlamıyla etkisinin ne olacağını tahmin etmek zor. Çünkü bunun bir bölümü, buz tabakalarının ağırlığı azaldıkça yükselen karalarla dengelenebilir ve başka yan etkilere neden olabilir.

Teoride NASA’nın Artemis programı kapsamında Ay’a gidecek olan astronotlar bundan 60 yıl önce Apollo göreviyle uydumuza giden seleflerine göre evlerine daha uzaktan bakacaklar. (Yine de bu Ay’ın Dünya etrafındaki eliptik yörüngesinde geldikleri noktaya bağlı olacak. Bu yörüngenin yakın ve en uzak noktaları arasındaki mesafe her 29 günde 43 bin km değişiyor.)

Geri kalanlarımız için yaşamlarımız açısından günlerin her gün bir pikosaniye (saniyenin trilyonda biri kadar) uzaması pek de anlamlı olmayabilir. Ne de olsa göz açıp kapayıncaya kadar geçecektir.

Diyabet konusunda yapılan son araştırmalara göre, hızla artan obezite ve sağlıkta yaygınlaşan eşitsizlikler nedeniyle dünya çapında diyabet hastalarının sayısı 2050 yılına kadar iki katından fazla artarak 1,3 milyarı aşabilir.

2021 yılı verilerine göre dünyada 529 milyon diyabet hastası var. 2010’da 326 milyon olan bu sayının 2050’de 1,3 milyarı aşacağı öngörülüyor. Önümüzdeki 30 yıl içinde hiçbir ülkenin diyabet oranında düşüş görülmesi beklenmiyor.

Washington Üniversitesi Sağlık Ölçüm ve Değerlendirme Enstitüsü’nün yaptığı araştırmanın bulguları tıp dergisi Lancet’te yayımlandı.

Verileri endişe verici olarak değerlendiren uzmanlar, diyabetin küresel olarak çoğu hastalığı geride bıraktığı, insanlar ve sağlık sistemleri için önemli bir tehdit oluşturduğu uyarısında bulunuyor.

Araştırmacılar, diyabet vakalarının çoğunun obezite ile bağlantılı ve önlenebilir tip 2 diyabet olduğunu belirtiyor.

Diyabetin dünya çapında arttığını belirten uzmanlar, bunun başlıca nedenini birçok faktörün yol açtığı obezite artışına bağlıyor.

Birleşmiş Milletler, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun yaklaşık 9,8 milyar olacağını öngörüyor. Bu da o zamana kadar her 7-8 kişiden birinin diyabetle yaşıyor olacağını gösteriyor.

Makalenin başyazarı Liane Ong, “Diyabetin hızla artması sadece endişe verici değil, aynı zamanda dünyadaki her sağlık sistemi için zorlayıcı” diyerek, bu durumun kalp hastalığı ve felç gibi bir dizi başka kalp rahatsızlığıyla bağlantılı olduğuna dikkat çekti.

Ancak diyabet vakalarındaki artıştan düşük gelirli ülkeler ve bölgeler daha fazla etkileniyor. Örneğin, hastalığın küresel nüfus içinde bugün yüzde 6,1 düzeyinde olan yaygınlığının 2050’de yüzde 9,8 olacağı tahmin edilirken, bu oranın Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yüzde 16,8’e, Latin Amerika ve Karayipler’de yüzde 11,3’e ulaşması bekleniyor.

Irkçılık ve eşitsizlik

Araştırmanın yazarları, azınlık etnik grupların maruz kaldığı yapısal ırkçılığın ve coğrafi eşitsizliğin dünya genelinde diyabet, hastalık ve ölüm oranlarını artırdığına dikkat çekiyor.

Dışlanmış toplumlara mensup insanların insülin gibi temel ilaçlara erişim olasılığı daha düşük olduğu gibi, daha kötü kan şekeri kontrolüne, daha düşük yaşam kalitesine ve daha düşük yaşam beklentisine sahipler.

Pandeminin diyabet eşitsizliğini küresel olarak artırdığı vurgulanan araştırmada ayrıca kamu politikalarının ve sosyokültürel normların olumsuz etkilerinin marjinalleştirilmiş topluluklar tarafından geniş ölçüde hissedildiği ve bunun gelecek nesilleri de etkileyeceği belirtiliyor.

Guardian gazetesine konuşan İngiltere Diyabet Vakfı yöneticisi Chris Askew’a göre, “Bu önemli çalışma, hem İngiltere hem de dünya genelinde karşı karşıya olduğumuz diyabet krizinin büyüklüğünü gösteriyor.”

“Etnik kökeniniz, yaşadığınız yer ve geliriniz tip 2 diyabete yakalanma olasılığınızı, aldığınız bakımı ve uzun vadeli sağlığınızı etkiliyor ve bunların hepsi birbiriyle bağlantılı” diyen Askew, hastalıkların altında yatan koşulların ele alınması için hükümetler arası ortak eylem ihtiyacına dikkat çekiyor.

Türkiye’de diyabet

Sağlık Bakanlığı’nın Uluslararası Diyabet Federasyonu’ndan paylaştığı verilere göre Türkiye’de 20-79 yaş grubunda yaklaşık 7 milyon diyabet hastası var. Bu rakamın toplam yetişkin nüfusun yaklaşık yüzde 15’ine denk geldiği belirtiliyor.

Bakanlık bültenlerinde diyabet bir halk sağlığı sorunu olarak nitelendiriliyor ve “Tip 2 Diyabet yüzde 80 oranında önlenebilir bir hastalıktır” ifadesi kullanılıyor.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), diyabetle ilgili şu temel bilgilere yer veriyor:

  • Diyabetli insan sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona yükselmiştir. Prevalans (yaygınlık), düşük ve orta gelirli ülkelerde yüksek gelirli ülkelere kıyasla daha hızlı artmaktadır.
  • Diyabet körlük, böbrek yetmezliği, kalp krizi, felç ve ayak/bacak ampütasyonunun önemli bir nedenidir.
  • 2000 ve 2019 yılları arasında yaşa göre diyabet ölüm oranlarında yüzde 3’lük artış oldu.
  • 2019 yılında diyabet ve diyabete bağlı böbrek hastalığı tahminen 2 milyon kişinin ölümüne neden oldu.
  • Tip 2 diyabetin başlamasını önlemek veya geciktirmek için sağlıklı beslenme, düzenli fiziksel aktivite, normal vücut ağırlığının korunması ve sigara kullanımından kaçınılması gerekir.
  • Diyabet tedavi edilebilir ve sonuçları diyet, fiziksel aktivite, ilaç tedavisi ve düzenli tarama ve tedavi ile önlenebilir veya geciktirilebilir.

Tip 2 diyabetin belirtileri

  • Ağız kuruluğu ve aşırı su içme ihtiyacı
  • Sık idrara çıkmak
  • İstemsiz kilo kaybı
  • Bulanık görmek
  • Yorgunluk hissi

Diyabet belirtileri aniden ortaya çıkabilir. Tip 2 diyabette belirtiler hafif olabilir ve fark edilmesi uzun yıllar alabilir.

Diyabet zamanla kalp, göz, böbrek ve sinirlerdeki kan damarlarına zarar verebilir.

Diyabetli kişilerde kalp krizi, felç ve böbrek yetmezliği gibi sağlık sorunları riski daha yüksek.

Diyabet, gözlerdeki kan damarlarına zarar vererek kalıcı görme kaybına neden olabilir.

Diyabetli birçok kişide sinir hasarı ve zayıf kan akışı nedeniyle ayaklarda sorunlar gelişir. Bu durum ayak ülserlerine neden olabilir ve ampütasyona yol açabilir.

 

Kuzey Atlantik’te kaybolan Titan denizaltısındaki beş kişinin hayatını kaybettiği açıklandı.

ABD Sahil Güvenlik yetkilileri, Titan’dakilerin denizaltıdaki basınç kaybından kaynaklanan içe doğru bir patlama sonucu hayatını kaybettiklerini duyurdu.

Yetkililer, bulunan denizaltı parçalarının, “feci bir patlama” sonucu ortaya çıktığını belirtti ve kazanın Titanik enkazının uç tarafından 478 metre uzakta gerçekleştiği vurgulandı.

Sahil Güvenlik’ten Tuğamiral John Mauger, Titan’a dair bulunan parçalardan bu sonuca ulaştıklarını açıkladı.

ABD Donanması’ndan bir yetkili de Titan ile bağlantının kesilmesinden hemen sonra ortaya çıktığını tespit ettikleri seslerin de buna işaret ettiğini açıkladı.

Ancak bunun kesin olmasından emin olunamadığı için arama ve kurtarma çalışmalarına devam edildiği bildirildi.

Titan’dan Pazar sabahından bu yana haber alınamıyordu. O günden bu yana geniş kapsamlı bir arama ve kurtarma çalışması sürdürülüyordu.

Denizaltının sahibi olan şirketin başkanı Sean Leet, Titan’ın ortadan kaybolmasından bu yana ilk kez açıklama yapmış ve denizaltıdaki beş kişinin sağ olarak bulunmasını umduklarını söylemişti.

Arama çalışmaları denizaltının kalan parçalarının bulunması için sürüyor.

Titan’da, uluslararası bilimsel keşifler düzenleyen Explorers Club üyesi Paul-Henry Nargeolet ve Hamish Harding de bulunuyor.

Denizaltıda ayrıca iş insanı Şehzade Davud ve oğlu Süleyman da vardı. Denizaltıyı işleten OceanGate şirketinin sahibi ve CEO’su Stockton Rush da araçtaydı.

 

Titanik’i ziyaret ederken iletişimi kesilen Titan denizaltısından Pazar gününden beri haber alınamıyordu.

Titan’da bulunan beş kişinin de hayatını kaybettiği açıklandı.

Arama-kurtarma çalışmaları ve denizaltının çıktığı yolculuk hakkında yaşananları derledik.

Son durum nedir?

Kuzey Atlantik’te kaybolan Titan denizaltısındaki beş kişinin tamamının hayatını kaybettiği açıklandı.

ABD Sahil Güvenlik yetkilileri, Titan’dakilerin denizaltıdaki basınç kaybından kaynaklanan patlama sonucu hayatını kaybettiklerini duyurdu.

Richard Gray | BBC Future

Titan denizaltısının Titanik batığını ziyareti sırasında kaybolması, okyanus derinliklerine yapılacak keşif gezilerinin riskleri konusunda sorulara yol açtı.

1911 sonbaharında Grönland’daki bir buzuldan kopan ve 500 metre olduğu tahmin edilen devasa bir buz parçası aylarca sürüklenip okyanus akıntıları ve rüzgarla güneye doğru yol alırken yavaş yavaş erimişi.

İngiltere’deki Southampton limanından kalkıp ABD’nin New York kentine ilk seferini yapan yolcu gemisi Titanik 14 Nisan 1912’de 125 metre uzunluğa inen bu buzdağına çarpmıştı.

Gemi üç saatten kısa bir süre içinde batmış ve 1.500’den fazla yolcu ve mürettebatıyla birlikte sulara gömülmüştü. Enkaz şu anda Newfoundland sahilinin yaklaşık 400 mil (640 km) güneydoğusundaki bir bölgede yaklaşık 3,8 km derinlikte yatıyor.

Buzdağları gemicilik için hala tehlike oluşturuyor.

2019’da 1.515 buzdağı Mart-Ağustos ayları arasında transatlantik gemicilik yollarına girecek kadar güneye sürüklenmişti.

Titanik batığı kendine has tehlikeler taşıdığından buraya yapılacak ziyaretler önemli bir zorluk teşkil ediyor.

BBC, Titan adlı denizaltının Titanik’in batığını ziyarete giden beş yolcusuyla kaybolmasının ardından bu bölgede okyanus tabanının nasıl bir yer olduğunu inceliyor.

Derinlerde yön bulmak

Okyanus derinlikleri karanlıktır.

Güneş ışığı su tarafından çok hızlı bir şekilde emildiği için yüzeyden yaklaşık 1.000 metreden daha derine nüfuz edemez.

Titanik enkazı da 3.800 metre derinlikte zifiri karanlıktadır.

Enkaz bölgesine daha önce yapılan keşif gezilerinde, kamyon büyüklüğündeki dalgıç aracın ışıklarının aydınlattığı birkaç metre gözlenebilmiştir.

Görüş alanı sınırlı olduğundan, bu derinlikte yönünü kaybetmek kolaydır.

Ancak Titanik’in enkaz bölgesinin onlarca yıllık yüksek çözünürlüklü taramayla bir araya getirilen ayrıntılı haritaları mevcut. Ayrıca mürettebatın dalgıç tarafından aydınlatılan küçük ışık havuzunun ötesi sonar yoluyla tespit edilebilir.

Dalgıçlar ayrıca, bilinen bir başlangıç noktası ve hıza göre konumlarını ve yönlerini takip etmek için ivmeölçer ve jiroskop sistemlerini kullanarak ataletsel seyrüsefer (navigasyon) sistemi olarak bilinen bir teknikten de yararlanır.

OceanGate’in Titan dalgıç gemisi, aracın deniz tabanına göre derinliğini ve hızını tahmin etmek için Doppler Hız Kaydı olarak bilinen bir akustik sensörle birleştirdiği son teknoloji ürünü bağımsız bir ataletsel seyrüsefer sistemi taşır.

Buna rağmen OceanGate ile Titanik’e daha önce yapılan yolculuklara katılan yolcular okyanus tabanına ulaştıklarında yollarını bulmanın ne kadar zor olduğunu anlatırlar.

The Simpsons’da çalışan ve geçen yıl OceanGate ile Titanik’e yapılan bir geziye katılan TV komedi yazarı Mike Reiss BBC’ye şunları söyledi:

“Dibe indiğinizde nerede olduğunuzu gerçekten bilmiyorsunuz. Titanik’in orada bir yerde olduğunu bilerek okyanusun dibinde körü körüne çırpındık ama o kadar zifiri karanlıktı ki okyanusun altındaki en büyük şey sadece 500 metre uzaktaydı ve onu aramak için 90 dakika harcadık.”

Derinlerde basınç sorunu

Bir nesne okyanusta ne kadar derine giderse, etrafındaki suyun basıncı da o kadar artar.

3.800 metre derinlikteki Titanik ve etrafındaki her şey, yüzeydekinden 390 kat daha fazla basınca maruz kalır.

Stockholm Üniversitesi Dayanıklılık Merkezi’nde okyanus araştırmacısı olan Robert Blasiak, “Bu bir araba lastiğindeki basıncın yaklaşık 200 katı. Bu yüzden kalın çeperli bir dalgıç gemi gerekir” diyor.

Titan’ın karbon fiber ve titanyum gövdesi, ona maksimum 4.000 metre derinliğe inecek şekilde tasarlanmıştır.

Dip akıntıları

Tekneleri ve yüzücüleri rotalarından saptırabilen güçlü yüzey akıntıları gibi, okyanus derinlerinde de akıntılar olur.

Genellikle yüzeydeki kadar güçlü olmasa da bunlar büyük miktarlarda suyun hareketini içerebilir.

Yüzeydeki rüzgârların aşağıdaki suyu etkilemesi, derin su gelgitleri ya da termohalin akıntılar olarak bilinen sıcaklık ve tuzluluktan kaynaklanan su yoğunluğundaki farklılıklar tarafından yönlendirilebilirler.

Bentik fırtınalar olarak bilinen ve genellikle yüzeydeki girdapların okyanus tabanındaki en derin alanı etkilemesiyle ilgili olan nadir olaylar da tabandaki malzemeyi süpürüp götürebilecek güçlü, düzensiz akıntılara neden olabilir.

Batarken baş ve kıç kısmı parçalandıktan sonra ikiye ayrılan Titanik’in etrafındaki sualtı akıntıları hakkındaki bilgiler, deniz tabanındaki ve mürekkep balıklarının enkaz etrafındaki hareketlerini inceleyen araştırmalara dayanıyor.

Titanik enkazının bir bölümünün, Batı Sınırı Alt Akıntısı olarak bilinen soğuk, güneye doğru akan bir su akıntısından etkilenen deniz yatağının bir bölümüne yakın olduğu biliniyor.

Bu “dip akıntısının” akışı, okyanus tabanındaki tortu ve çamurda, bilim insanlarına akıntının gücü hakkında fikir veren, göç eden kumullar, dalgacıklar ve şerit şeklinde desenler oluşturuyor.

Deniz tabanında gözlemledikleri oluşumların çoğu nispeten zayıf veya orta dereceli akıntılarla ilişkili. Bu akıntılar enkazın farklı bölgelerinde farklı yönler izleyebiliyor.

Birçok uzman bu akıntılar nedeniyle Titanik enkazının sonunda tortulara gömülmesini bekliyor.

Kısa bir süre önce Titanik batığını yüksek çözünürlükte taramak için bir keşif gezisine öncülük eden derin su deniz arkeoloğu Gerhard Seiffert’e göre bölgedeki akıntılar bir denizaltı için risk oluşturacak kadar güçlü değil.

“Akıntıların Titanik bölgesinde çalışan herhangi bir derin deniz aracı için tehdit oluşturduğunu görmedim. Akıntılar… haritalama projemiz bağlamında, güvenlik için bir risk değil, hassas haritalama için bir zorluk teşkil ediyordu.”

Titanik batığı

Deniz dibinde 100 yılı aşkın bir süre kaldıktan sonra Titanik yavaş yavaş bozulmaya başladı.

Geminin iki ana bölümünün deniz tabanına çarpması sonucu oluşan ilk darbe, enkazın büyük bölümünü büküp deforme etti.

Zamanla geminin demirinden beslenen mikroplar buz saçağı şeklinde “pas sarkıtları” oluşturdu ve enkazın bozulmasını hızlandırdı.

Bilim insanlarına göre, geminin kıç tarafı, daha fazla hasar nedeniyle maruz kaldığı daha yüksek bakteriyel aktivite nedeniyle, baş kısmından 40 yıl daha hızlı bozulmuş durumda.

Seiffert, “Enkaz, esas olarak korozyon nedeniyle sürekli çöküyor” diyor.

“Her yıl biraz daha. Ancak güvenli bir mesafeyi koruduğunuz sürece – doğrudan temas yok, açıklıklardan içeri girmek yok – herhangi bir zarar beklenmiyor” diyor.

Tortu hareketleri

Son derece düşük bir ihtimal olsa da, deniz yatağı boyunca ani tortu akışlarının geçmişte okyanus tabanındaki insan yapımı nesnelere zarar verdiği ve hatta onları sürüklediği biliniyor.

1929 yılında Newfoundland kıyılarında transatlantik kabloları koparan olayda olduğu gibi, bu olayların en büyükleri deprem gibi sismik olaylarla tetikleniyor.

Bu olayların yarattığı risk giderek daha fazla anlaşılıyor; ancak Titan denizaltısının kaybolmasında böyle bir olayın rol oynadığına dair herhangi bir belirti yok.

Titanik enkazının bulunduğu deniz tabanı çok daha eski zamanlarda büyük su altı heyelanlarına maruz kalmış.

Devasa hacimlerde tortunun Newfoundland’dan kıta yamacına doğru akarak “istikrarsız koridor” olarak adlandırılan bölgeyi oluşturmuş.

Bu “yıkıcı” olayların sonuncusunun on binlerce yıl önce meydana geldiği ve 100 metre kalınlıkta tortu katmanları oluşturduğu tahmin ediliyor.

Ancak Titanik’in etrafındaki deniz tabanını uzun yıllar boyunca inceleyen Kanada Jeolojik Araştırmalar Kurumu’nda deniz jeolojisi araştırmacısı olan David Piper, bu tür olayların çok nadir meydana geldiğini söylüyor.

Bulanıklık akıntıları olarak bilinen ve suyun tortu ile yüklenerek kıta yamacından aşağı aktığı olaylar daha yaygın olup fırtınalar tarafından tetiklenebilir.

Piper, “Belki 500 yıllık bir tekrarlama aralığı gösteriyor” diyor. Ancak bölgedeki deniz tabanının topografyası, herhangi bir tortu akışını muhtemelen “Titanik Vadisi” olarak bilinen bir özelliğe yönlendirecek, yani enkaza hiç ulaşmayacaktır.

Seiffert ve Piper, böyle bir olayın Titan denizaltısının kaybolmasında rol oynamış olma ihtimalinin düşük olduğunu söylüyor.

Enkaz alanının çevresinde henüz keşfedilmemiş başka jeolojik özellikler de var.

Kayıp denizaltıyı arama çalışmaları devam ederken, Titan ve mürettebatına ne olmuş olabileceğine dair fazla ipucu yok.

Ancak böylesine zorlu bir ortamda Titanik enkazını ziyaret etmenin riskleri, batışından bu yana gemiyi gören ilk insanların 1986’da yaptığı yolculukta olduğu gibi bugün de geçerliliğini koruyor.

University College London’da yapılan bir araştırmaya göre düzenli olarak gündüzleri uyumak beynimize iyi geldiği gibi beynin boyutunun da büyük kalmasını sağlıyor.

Gündüzleri uyuklayanların beyinlerinin 15 santimetreküp daha büyük kaldığı tespit edildi; bu da yaşlanmanın 3-6 yıl ertelenmesi anlamına geliyor.

Ancak bilim insanları uyku süresinin yarım saatten daha az tutulması gerektiğini aktarıyor.

BBC’nin sağlık muhabiri James Gallagher’ın haberine göre araştırmayı yöneten bilim insanlarından Dr. Victoria Garfield sonuçları heyecan verici bulduklarını açıkladı.

İş hayatı çoğu kişi için böyle bir fırsatın yaratılmasına imkan vermese de gündüzleri uyumanın kilo vermek ya da spor yapmaktan çok daha kolay bir yöntem olabileceği belirtildi.

Bebekken beynin gelişimi için gündüz uyumak çok kritikken, yaş aldıkça bu uygulama terk ediliyor.

Daha çok emeklilikte şekerlemeler geri geliyor.

Beyin yaş aldıkça doğal olarak küçülüyor, ancak şekerlemenin Alzheimer gibi hastalıkların önüne geçip geçmediğini bulmak için daha çok araştırma yapmak gerekiyor.

Araştırmacılara göre kötü uyku zamanla beyne ve beyin hücrelerine zarar veriyor.

İngiliz Nöroloji Birliği ve Edinburgh Üniversitesi’nden Prof. Tara Spires-Jones, araştırma sonuçlarını ilginç bulduğunu söyleyerek, “Hafta sonları kısa şekerlemeleri seviyorum; bu araştırma kendimi tembel hissetmememem hatta beynimi koruduğumu düşünmem için beni teşvik edecek” dedi.

1995-96 sezonunda Galatasaray’ın teknik direktörlüğünü yapan futbol efsanesi Graeme Souness, nadir görülen bir hastalıkla mücadele eden bir sivil toplum kuruluşuna 1 milyon sterlin bağış toplamak için Manş Denizi’ni yüzerek geçti.

Graeme Souness, 70 yaşında altı kişilik bir ekiple birlikte 34 kilometrelik mesafeyi 12 saat 17 dakikada aştı.

Bayrak yarışı şeklinde yapılan yüzüşte herkes sırayla birer saat yüzdü, altıncı kişiden sonra ikinci birer saatlik yüzüşlere geçildi.

Souness’i bu yolculuğa çıkaran şey ise epidermolizis büllosa adlı bir hastalıktı.

BBC’ye verdiği söyleşide gözyaşlarını tutamayan Souness, bu hastalıktan 14 yaşındaki Isla Grist adlı bir kız sayesinde haberdar olduğunu ve bunun “en zalim hastalık” olduğunu söyledi.

Souness’in yüzüşüne eşlik eden ekipte Isla’nın babası da yer alıyordu.

Ekip, “kelebek hastalığı” olarak da bilinen bu hastalıkla mücadele edenlere destek veren Debra UK adlı sivil toplum örgütü için bağış topladı.

Twitter’da bir paylaşımda bulunan Debra UK, Souness ve ekipteki herkese teşekkür etti.

Yüzmeden önce BBC’ye konuşan Souness, İskoçya’nın Highlands bölgesinde tanıştığı Isla’dan bahsederken ağladı ve “O tanıdığım en eşsiz kişi. Bana ilham oluyor, benim yaşımdaki bir kişiye bile ilham verebiliyor” dedi.

Inverness yakınlarındaki Black Isle’da yaşayan Isla’nın doğuştan gelen bu hastalık nedeniyle tepeden tırnağa kadar bandajlanması gerekiyor.

Bu bandajlar haftada üç defa, son derece acı verici bir prosedürle değiştiriliyor.

Souness böyle bir hastalığın var olduğunu ilk defa beş yıl önce öğrendiğini ve artık Isla ile arkadaş olduklarını anlattı:

“Onun cesareti bana ilham veriyor.

“Bu hastalık en fena hastalık.

“Isla hastalığın annesi ve babasını da nasıl etkilediğinin farkında ve onlara yardım ediyor.

“O çok özel bir genç kadın ve onu her gördüğümde gözlerim doluyor.”

Yeni bir araştırmaya göre insanlar yer altından o kadar fazla su çektiler ki, Dünya’nın dönüş ekseni sadece 20 yılda yaklaşık 80 cm doğuya kaydı.

Dünya’nın coğrafi kutbundaki kaymayı inceleyen araştırmacılar yer altı sularının etkisi olmadan böyle bir değişimin mümkün olmayacağını söylüyor.

Dünya’nın kendi etrafında döndüğü eksen sabit ve durağan bir yapıda değil.

Yerküre Kuzey ve Güney Kutuplarından geçen hayali bir çizgi olan dönme ekseni üzerinde dönerken sürüklenip yalpalanıyor.

Dönme eksenindeki bu hareketler kutup gezinmesi olarak adlandırılıyor.

Kuzey Kutup noktasının her yıl 10 metre genişliğinde bir çember çizdiği biliniyor.

Amerikan Uzay Araştırmaları Dairesi’ne (NASA) göre 20’inci yüzyılda Dünya’nın dönüş ekseninin yılda 4 cm kaydığını bulunmuştu.

Son dönemde yapılan araştırmalarsa iklim krizinin yerkürenin dönüşünde kaymaya neden olduğunu bulmuştu.

Ancak yer altı sularının bu kaymaya etkisi tam olarak belirlenememişti.

BBC Türkçe‘nin sorularını yanıtlayan araştırmanın baş yazarı Seul Ulusal Üniversitesi Yer Bilimleri Eğitimi’nde Prof. Ki-Weon Seo, “Yerkürenin tarihinde Dünya’nın dönüş ekseninde çok büyük değişiklikler oldu. Ancak çalışmamız yer altı sularının tüketilmesinin dönüş ekseninin kaymasına neden olacak kadar önemli olduğunu vurguluyor.” diyor.

Küresel iklim modellemeleri, yer altı sularının tüketiminin deniz seviyesindeki yükselmeye katkıda bulunduğunu bulmuştu.

Buna göre 1993-2010 arasındaki dönemde yer altından 2 trilyon ton su çekildi.

İçme ve tarımsal sulama gibi amaçlarla kullanılan bu sular, çoğunlukla kullanıldıktan sonra denize deşarj ediliyor.

Bu da oldukça büyük bir su kütlesinin insan müdahalesiyle yerinin değişmesi anlamına geliyor.

Önceki tahminler bu yer değişiminin deniz seviyesini 6 mm yükselttiğini tahmin etmişti.

Jeofizik alanında bilimsel yayın Geophysical Research Letters dergisinde yayımlanan yeni araştırma, bu tahmini yerkürenin dönüş kutbundaki değişimi inceleyerek doğruluyor.

Yeryüzündeki suyun dağılımı, taşınan kütlenin ağırlığının dağılımını değiştiriyor.

Araştırmacılar bunu, dönmekte olan bir topaca küçük miktarda bir ağırlık eklemeye benzetiyorlar. Yerkürenin üzerindeki su kütlesinin yeri değiştiğinde dönüş hareketinde de ufak bir değişiklik olduğunu belirtiyorlar.

Araştırmacılar bu değişimi anlamak için Dünya’nın dönüş ekseninde gözlemlenen kaymayı bilgisayar modelleriyle test ettiler.

Buna göre sadece buz ve buzulların erimesi hesaba katıldığında bugün gözlemlenen kaymada 78,5 cm’lik bir açıklık oluşuyordu.

Araştırma bu boşluğu yer altı sularıyla ilişkilendirdi.

Prof. Seo, “Yer altı sularının tüketimi yerkürenin kutbunun yıllık 4,36 cm hızda 64 derece doğuya kaydırdığını bulduk. Bu trend devam edecektir.” diyor.

“Dönüş kutbu kaymasının açıklanamayan nedenini bulduğum için çok mutluyum” ifadelerini kullanan Prof. Seo şöyle devam ediyor:

“Öte yandan Dünya’da yaşayan biri ve bir baba olarak, yer altı sularının çekilmesinin deniz seviyesinin yükselmesinin bir başka sebebi olduğunu görmek beni endişelendiriyor ve şaşırtıyor.”

NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı’nda bilim insanı Surendra Adhikari Amerikan Jeoloji Topluluğu’na verdiği demeçte, dünyanın dönüş ekseninin yıllık birkaç metre değiştiğini ve yeraltı sularının tüketilmesinin mevsimlerin değişmesi riskini doğrumadığını belirtiyor.

Adhikari, dönüş eksenindeki kayışların son dönemdeki ana sebebinin Grönland’daki buz kütlelerinin kaybı olduğunu bulan bilim insanlarından biri.

Adhikari, ancak jeolojik zaman dilimleri açısından dönüş kutbu kaymasının iklim üzerinde etkileri olabileceğini söylüyor.

Britanya’daki Wight Adası’nda yeni bir dinozor türü keşfedildi.

Vectipelta baretti adı verilen bu hayvanın korkutucu dikenli görünümüne karşın otçul olduğu tespit edildi.

Dinozorun ankilozor familyasından olduğu açıklandı.

Böylece adada 1865’ten bu yana ilk defa yeni bir türe ait fosil bulunmuş oldu.

Keşif, 66 milyon ila 145 milyon yıl öncesine ait kayaçlar incelenirken yapıldı.

Yeni dinozor türünün adı, Londra’daki Natural History Museum’da (Doğal Tarih Müzesi) 20 yıldan uzun süre çalışmış Profesör Paul Barrett’e atfen konuldu.

Bunun üzerine bir açıklama yapan Prof. Barrett, “Bu şekilde takdir edilmek gururumu inanılmaz okşadı, zevkten dört köşe oldum” dedi ve ekledi:

“Benim adımı koymalarının bu dinozorla görsel benzerliğimden kaynaklanmadığını da bilmenizi isterim.”

Yeni tür, adada daha önce bulunan ankilozor familyasından Polacanthus foxii adlı bir türü görünüm olarak andırsa da bilim insanları aslında bu iki türün pek de yakın akraba olmadığını düşünüyor.

Boyunları, sırtları ve leğen kemiklerindeki farklılıkların yanı sıra Vectipelta baretti’nin zırhı diğer türe göre daha dikenli.

Yeni tür aynı adada bulunan eski türdense Çin’deki ankilozorlara daha yakın.

Bu da, bu türün Erken Tebeşir (Kretase) Dönemi’nde Asya’dan Avrupa’ya kadar geniş bir alana yayıldığı çıkarımını yapmamızı sağlıyor.

Natural History Musuem’dan araştırmacı Stuart Pond, bu keşfin İngiltere’de o dönemdeki dinozor çeşitliliğine de ışık tuttuğunu söylüyor.

Pond, daha önce Polacanthus foxii türüne ait olduğu düşünülen fosillerin de tekrar inceleneceğini ve bunların bir kısmının aslında yeni bulunan türe ait olabileceğini de ekliyor.

Keşif Journal of Systematic Paleontology (Sistematik Paleontoloji Dergisi) adlı akademik dergide yayımlandı.

 

Chris Vallance | BBC Teknoloji Muhabiri

İngiltere Veri Koruma Birimi (ICO) yetkilileri, şirketlerin gelecekte çalışanları izlemek veya işe almak için beyin izleme teknolojisini kullanabileceğini söylüyor. ICO’ya göre, “nöroteknolojinin” doğru şekilde geliştirilmemesi ve kullanılmaması halinde ayrımcılık tehlikesi var.

İngiltere’de dijital ve kültürel alanlarla medya sektöründeki gelişmeleri takip eden denetçi kamu kuruluşu ICO, “Teknolojinin Geleceği: Nöroteknoloji” başlığıyla, beyin ve sinir sisteminden elde edilen veriler olan “nöroveriler” hakkındaki ilk raporunu yayımladı.

Raporda, nöroteknolojinin gelecekteki bir dizi varsayımsal kullanım alanları inceleniyor. Bunlardan biri de iş yeri izlemeyle ilgili.

Elon Musk’ın kurduğu Neuralink gibi şirketler bilgisayarların insan beynine bağlanmasını sağlayacak yeni yollar keşfedince, raporda bu konular ele alındı.

Felçli hastalarda kullanım

ICO’dan Stephen Almond, “Baktığımız tüm göstergelere dayanarak, hem yatırımlarda hem de bu alanda geliştirilen patentlerde oldukça hızlı bir büyüme görüyoruz” dedi.

ICO, sıkı düzenlemelerin olduğu sağlık sektöründe nöroteknolojinin zaten kullanıldığını söylüyor.

Bundan 12 yıl önce bir bisiklet kazasında felç olan Gert-Jan Oskam’ın beynine yerleştirilen elektronik implantlar yeniden yürümesini sağladı.

Ve bu teknolojiye ticari ilgi de giderek artıyor.

Neuralink, implant edilebilir beyin-bilgisayar arayüzünün insanlar üzerinde denenmesi için izin aldı ve ticari bir ürün geliştirmekten henüz çok uzak olmasına rağmen şirketin değerinin şu anda 5 milyar dolar olduğu bildiriliyor.

Yapay zeka da yeni olasılıkların önünü açıyor, araştırma projeleri artık sadece beyin taramalarına dayanarak cümle ve kelime deşifreleri yapabiliyor. Bu durum, bilinci yerinde olan ama hareket edemeyen veya konuşamayan felçli hastalara yardımcı olabilir.

Dikkat ölçümü

Ancak rapor, nöroverinin ortaya çıkardığı sorunları keşfetmek için varsayımsal örnekler olarak kullandığı, gelecekte ortaya çıkabilecek teknolojilere odaklanıyor.

ICO, 4-5 yıl içinde “çalışan takibi genişledikçe, iş yerinin güvenlik, üretkenlik ve işe alım için rutin olarak nöroteknoloji kullanabileceğini” öne sürüyor.

Kasklar veya güvenlik ekipmanları, yüksek riskli ortamlarda bir çalışanın dikkatini ve odaklanmasını ölçebilir.

Almond, patronların da bunu bireylerin iş yerindeki strese nasıl tepki verdiklerini değerlendirmek için kullanabileceklerini belirtiyor.

Uzun vadede eğitimde giyilebilir beyin izleme cihazları öğrencilerin konsantrasyon ve stres seviyelerini ölçmek için kullanılabilir.

Nöropazarlama

“Nöropazarlama”, tüketicilerin ürünlere verdikleri tepkilerin beyin aktivitesini ölçen tıbbi cihazlar kullanılarak değerlendirilmesine dayanıyor ve bu teknoloji halihazırda küçük, kontrollü araştırma ortamlarında sınırlı olarak kullanılıyor; ancak yararları konusunda önemli tartışmalar var.

ICO, gelecekte “tepkileri okuyabilen invazif olmayan cihazların tüketici tercihlerini uyarlamak için evde kullanılabileceğini” söylüyor.

Raporda ayrıca biraz fazlaca ileri görüşlü bir örnek olarak, gelecekte nöroteknoloji destekli kulaklıkların, hedefli reklamlar için kullanılan verileri toplayabileceğini hayal ediyor.

Rapor ayrıca oyun ve eğlence sektörlerinde de büyüme öngörüyor; bazı oyunlar ve “insansız hava araçları” halihazırda beyin okumaları yapan cihazlar tarafından kontrol ediliyor.

Ancak ICO, dikkatli bir şekilde geliştirilmediği takdirde teknolojinin ayrımcılığa neden olabileceğinden endişe ediyor.

Önemli sorular

ICO yetkilisi Almond, teknolojinin belirli grupları analiz ederken yanlış cevaplar verebileceğini, önyargılı olabileceğini söylüyor.

Ancak patronların bunu “nöroljik olarak normalden sapma gösteren özelliklere sahip belirli tiplere” karşı ayrımcılık yapmak için kullanma riski de öngörülüyor.

Kişinin kendisinin bile farkında olmadığı bazı özellikleri ortaya çıkarabilir.

Ayrıca rıza ile ilgili önemli sorular da gündeme getiriliyor. Rapora göre nöro-veriler bilinçaltında üretiliyor ve insanların ifşa edilen belirli bilgiler üzerinde doğrudan bir kontrolü yok.

“Teknolojinin hakkınızda neleri açığa çıkaracağını bilmiyorsanız, hakkınızdaki bu kişisel verilerin işlenmesine önceden gerçekten rıza gösterebilir misiniz?” sorusunu soran Almond şöyle devam ediyor:

“Çünkü bir kez açığa çıktığında, üzerinde nispeten daha az kontrol sahibi olursunuz.”

ICO yeni nöro-veri kılavuzunu 2025 yılına kadar tamamlamayı hedefliyor.

James Gallagher | BBC Sağlık ve Bilim Muhabiri

Bilim insanları, ette ve balıkta bulunan, takviye olarak satılan bir besin maddesi olan ‘taurin’in, çeşitli hayvan türlerinde ömrü uzattığını ve sağlığa iyi geldiğini söylüyor.

Taurin seviyesi, insan da dahil olmak üzere farklı hayvan türlerinde yaşla birlikte azalıyor.

Orta yaşlı hayvanlar üzerinde yapılan deneyler, taurini gençlik dönemindeki seviyelere yükseltmenin ömrü yüzde 10’dan fazla uzattığını, fiziksel sağlığı ve beyin sağlığını iyileştirdiğini gösterdi.

Araştırmacılar, taurinin bir “hayat iksiri olabileceğini” söylüyor. Ancak taurin seviyesini yükseltme çalışması insanlarda test edilmedi.

Bu nedenle New York’taki Columbia Üniversitesi ekibi, insanların daha uzun yaşamak için taurin hapları ya da torin içeren enerji içecekleri almamalarını tavsiye ediyor.

Ancak hayvanlar üzerinde yapılan araştırma, yaşlanmayı yavaşlatma arayışının bir parçası olarak devam ediyor.

Araştırma ekibi 11 yıldır bu besinin yaşlanmadaki rolünü ortaya çıkarmaya çalışıyor.

Bu çalışma, genç ve yaşlılar arasındaki farkları tespit etmek için farklı hayvan türlerinin kanındaki moleküllerin analiziyle başladı.

Araştırmacı Dr. Vijay Yadav, yaşlıların kanında en bariz düşüş gösteren moleküllerden birinin taurin olduğunu söylüyor. Yaşlılarda taurin seviyesi gençlere kıyasla yüzde 80 daha düşük çıktı.

Aminoetilsülfonik asit olarak da bilinen taurin bitkilerde hemen hemen hiç bulunmuyor. Bu besin, diyetteki hayvansal proteinden alınabiliyor ya da vücut tarafından üretiliyor.

“Sağlıkta ve hafızada iyileşme”

Araştırmada, insanlar için yaklaşık 45 yaşına denk gelen 14 aylık farelere günlük bir doz taurin verildi.

Science dergisinde yayımlanan sonuçlar, erkek farelerin yüzde 10, dişilerin ise yüzde 12 daha uzun yaşadığını ve her ikisinin de daha sağlıklı olduğunu gösterdi.

Dr. Yadav, “Neyi kontrol edersek edelim, taurin takviyeli fareler daha sağlıklıydı ve daha genç görünüyorlardı” dedi.

“Daha zayıflardı, enerji harcamaları artmıştı, kemik yoğunlukları artmıştı, hafızaları gelişmişti ve bağışıklık sistemleri daha gençleşmiş görünüyordu.”

Solucanlarda da yaşam süresinde yüzde 10-23’lük artışlar kaydedildi.

Daha sonra, 15 yaşındaki rhesus maymunlarına altı aylık bir taurin kürü verildi; bu süre yaşam beklentisinde fark edilir bir değişim görmek için çok kısa olsa da araştırmacılar yine vücut ağırlığı, kemik, kan şekeri seviyeleri ve bağışıklık sisteminde iyileşmeler gözlemledi.

Münih Teknik Üniversitesi’nde araştırmaya katılan Profesör Henning Wackerhage, bu sonuçların inanılmayacak düzeyde iyi olduğunu beirterek, “Taurin bir şekilde yaşlanmanın motorunu etkiliyor” diyor

Ancak birçok soru cevapsız kalmaya devam ediyor:

  • Aynı sonuçlar insanlarda da mümkün olabilir mi?
  • Sağlık için bu kadar iyiyse, taurin seviyeleri neden ilk etapta düşüyor?
  • Yaşlanmayı nasıl yavaşlatıyor?
  • Taurin takviyesinin herhangi bir tehlikesi var mı?

Araştırmacılar 12 bin kişi üzerinde yaptıkları analizlerde, kanlarında daha fazla taurin bulunanların genel olarak daha sağlıklı olduklarını ortaya koydular.

Farelerden elde edilen verilerin insanlar için de geçerli olması halinde, ömrün 7-8 yıl uzatılmış olacağını söylüyorlar.

Taurin takviyesinin insanlar üzerinde herhangi bir yararı olup olmadığını tespit edebilmek için bazı insanlara bu besinin, diğerlerine ise plasebo hapı verilerek klinik deneyler yapılması gerekecek.

İnsan biyolojisindeki farklılıklar taurinin diğer hayvanlarda gözlendiği şekilde işe yaramasını engelleyebilir ya da yaşla birlikte seviyelerin düşmesinin evrimsel bir nedeni olabilir.

Mevcut veriler taurinin güvenli olduğunu gösteriyor, taurin içeren enerji içeceklerinin on yıllardır piyasada olması da buna işaret ediyor.

Sağlıklı beslenme

Taurin maddesini hayvansal besinlerden alabiliyor olsak da, deneylerde kullanılan miktarlarda bunların tüketilmesi zor. Hayvan deneylerindeki kullanılan doz insanlara uyarlandığında günde 3-6 gram alınması gerekiyor.

Dr. Yadav, “Geniş kitlelere taurin takviyesi almalarını önermeden önce klinik çalışmaların tamamlanmasını beklemeliyiz” diyor.

Profesör Wackerhage de, takviyeler için acele etmek yerine, daha uzun yaşamanın zaten kanıtlanmış yolları olduğunu belirtiyor; “Uzun, sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmek istiyorsanız, en önemli şeylerden biri sağlıklı diyet ve egzersizdir” diyor.

Araştırmanın sonuçları, taurinin hücresel yaşlanmayı (vücuttaki hücrelerin bölünmeyi durdurması) azaltmada rol oynadığını gösteriyor.

Taurin aynı zamanda vücut hücrelerindeki enerji istasyonları olan mitokondrilerin çalışmasını da sağlıyor.

Ancak bunları nasıl yaptığı henüz bilinmiyor.

Pennsylvania Üniversitesi’nden Joseph McGaunn ve Joseph Baur bulgularla ilgili olarak şunları söylüyor:

“Diyetle alınan taurini arttırmaya odaklanmak, kötü beslenmeye yol açma riski taşıyor, çünkü bitki açısından zengin diyetler insan sağlığı ve uzun ömürlülükle ilişkilendiriliyor.

“Bu nedenle, her müdahalede olduğu gibi, insan sağlığını geliştirmek ve ömrü uzatmak amacıyla taurin takviyesine de dikkatle yaklaşmak gerekir.”

Geniş bilgi için tıklayınız.

  • Carla Rosch
  • Unvan,BBC Dünya Servisi
  • 9 Haziran 2023

“Eskiden yılda iki kere ekim yapardık. Şimdi yağışlar o kadar azaldı ki tek bir hasat bile yapamıyoruz” diyor Tanzanya’dan çiftçi Emilia Laymond.

Vianzi köyünde yaşayan Laymond, kuraklığın tarım ve hayvancılığı nasıl etkilediğini kendi gözleriyle görmüş:

“Hayat pahalılığının artmasına da yol açıyor, özellikle de bizim gibi tarımdan geçinenler için…”

Tanzanya kırsalının yüzde 80’i gibi, Laymond’ı zorlayan bir diğer şey de elektriğe erişim.

Elektriğinin yüzde 40’ını hidroelektrik kaynaklarından karşılayan ülkede kuraklık hem tarımı hem elektrik üretimini vuruyor.

Öte yandan Tanzanya güneş açısından çok zengin bir ülke. Güneş enerjisi güvenilir bir elektrik kaynağı olabilir fakat bunun için büyük miktarda yatırım gerekiyor. Ayrıca tarım arazilerini güneş panelleriyle doldurunca ekim yapacak yer kalmıyor.

Fakat Laymond gibi çiftçilere çözüm sunabilecek bir yöntem var: Agrivoltaik sistemler. Bu yöntemde aynı toprak parçasında yükseltilmiş güneş panelleriyle temiz elektrik üretilirken altında da tarım yapılıyor.

Birkaç metre yükseğe kurulan güneş panellerinin altında hayvancılık da yapılabiliyor, hatta paneller yağmur sularını toplamak için de kullanılabiliyor.

Bu yöntem özellikle kurak aylarda, nehirlerden veya kuyulardan su çekmek için yoğun enerji kullanıldığında daha faydalı oluyor.

Tanzanya kırsalında yaşayan Hamad Mkopi, “Kuraklık pek çok çiftçi için felaket oluyor çünkü elektriğe erişimleri yok” diyor.

Mkopi gibi elektrik bağlatabilen az sayıda kişiyse yüksek elektrik faturalarıyla karşılaşıyor.

“Elektrik fiyatı çiftçileri zorluyor. Bizim için bir yük ve tarım ürünlerinin maliyetini artırıyor” diyor.

Güneş panelleri alarak ürettiği meyveleri kurutmayı, bu sayede onları daha uzun süre depolayıp daha iyi fiyata satabilmeyi umuyor.

ABD merkezli düşünce kuruluşu Brookings Institution’a göre geleneksel güneş enerjisi üretim yöntemleri, aynı miktarda elektrik üreten doğalgaz veya kömür tesislerine göre 10 kat fazla yere gereksinim duyuyor. Bu da tarıma daha az alan bırakıyor ve çiftçileri bu fikirden uzaklaştırıyor.

Tanzanya’da bir agrivoltaik proje üzerine çalışan, Sheffield Üniversitesi’nden Dr. Randle-Boggis “Ernerjiyi düşük karbon salımıyla üretmeye ihtiyaç duyuyoruz. Öte yandan gıda üretebilmek için de toprağa ihtiyacımız var. Yani enerji üretimi için gıda üretiminden vazgeçmek bir problem” diyor.

Tam da bu nedenle, yükseltilmiş güneş panelleri aynı anda hem tarım hem elektrik üretimine olanak sağladığı için diğer yenilenebilir enerji üretim yöntemlerine kıyasla daha az itirazla karşılaşıyor.

Sosyal faydalar

Vianzi gibi köylerde elektriği ulaşılabilir kılmak aynı zamanda sağlık alanında da iyileşmelere yol açabilir.

Tanzanya kırsalında neredeyse herkes yemek yapmak ve ısınmak için odun ve kömür yakıyor.

Agrivoltaik sistemler tarafından üretilen enerji ise mutfaklarda elektrikli ocak kullanımına olanak sağlayarak zararlı dumanların solunmasını engelleyebilir.

Buna ek olarak yükseltilmiş güneş panelleri, tarlada uzun süre çalışan çiftçilere çok ihtiyaç duydukları bir gölgede dinlenme imkanı sağlıyor.

Dr. Randle-Boggis’in akademik araştırmasının ön sonuçları, panellerin yarattığı gölgenin daha düşük hava sıcaklığına sahip, toprağın daha nemli kaldığı bir mikro iklim yarattığını gösteriyor.

Gölge nedeniyle daha az suyun topraktan buharlaşması, çiftçilerin daha az suya ihtiyaç duymasına yol açıyor. Bu, özellikle yağışın az ve öngörülemez olduğu dönemlerde önemli bir fark yaratabilir.

Dr. Randle-Boggis “Agrivoltaik yöntemler üç açıdan da kazandırıyor: Su, enerji ve gıda. Bu, güneş enerjisini daha iyi bir şekilde üretme yöntemi” diyor ve ekliyor:

“Beni bununla ilgili en heyecanlandıran şey, çiftçilerin geçimini iklim değişikliğine dirençli kılması.”

İklim değişikliğine uyum sağlamak

Şili’de tarımsal üretim için kullanılan su, toplam tüketimin yüzde 70’inden fazlasını oluşturuyor.

Yenilenebilir enerji projelerinde uzmanlaşan mühendis David Jung “Gelecek kötü gözüküyor.” diyor.

Fraunhofer Chile adlı bir Alman araştırma merkezinde, Şili’nin ilk agrivoltaik tarım projesinde çalışıyor.

Agrivoltaik sistemler şimdiden yüreklendirici sonuçlar vermiş.

Jung “En büyük etki kesinlikle gölge sayesinde oluyor. Suyun kullanım verimini artırıyor” diyor.

Geçen yaz Şili’de damla sulama yöntemi uygulanan bir fesleğen tarlasında yapılan ölçümlerde, agrivoltaik panellerin altındaki toprakların yüzde 29 daha nemli olduğunu tespit edildi.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre üç milyardan fazla kişi su kıtlığının yüksek veya çok yüksek olduğu kırsal bölgelerde yaşıyor. Bu yüzden su tasarrufu dünyanın dört bir yanında her geçen gün daha önemli hale geliyor.

Daha iyi mahsuller

Bugüne kadar yürütülen akademik araştırmalarda, agrivoltaik sistemlerin hasat miktarını nasıl etkilediği üzerine çelişkili sonuçlara ulaşıldı.

Çin’deki Zhejiang Üniversitesi’nden Prof. Yue-Rong Liang “Hangi türlerin ekileceğine karar vermek en önemlisi” diyor.

Yaptığı çalışmalarda agrivoltaik sistemlerin çay bitkisi üzerindeki etkisinin son derece pozitif olduğunu görmüş.

Çay bitkisinin ışığa toleransı düşük olduğu için, güneş panellerinin yarattığı gölge ‘güneş yanığı’ olmalarının önüne geçiyor. Ayrıca daha kaliteli mahsul alınıyor ve büyüme hızı da artıyor.

Domates ve pamuk gibi bazı bitkiler ise gölgeden aynı oranda fayda görmeyebilir. Fakat bu konuda daha fazla araştırma yapılması gerekiyor.

Pek çok çiftçi yenilenebilir alternatiflere yöneliyor. Sivil toplum kuruluşu REN21’e göre dünya genelinde tarım için kullanılan enerji, 2010’da toplam tüketimin yüzde 10’unu oluştururken 2020’de bu oran yüzde 15’e çıktı.

Agrivoltaik sistemlerin sayısı son yıllarda büyük oranda artsa da bu sistemleri genele yaymanın; özellikle de gelişmekte olan ülkelerde yaygınlaştırmanın önünde zorluklar var.

Günümüzde bu sistemlerin büyük bir kısmı Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya ve Güney Kore’de bulunuyor.

Bu yüzden diğer bölgelerde agrivoltaik uzmanlığı konusunda eksiklik var.

Güneş paneli fiyatları bir süredir düşüyor fakat maliyet hâlâ büyük bir sorun.

Dr. Randle-Boggis “En büyük engellerden biri sermayeye erişim” diyor.

Tanzanya’da 104 panelden oluşan bir agrivoltaik sistemin maliyeti 40 bin dolar civarında.

Baştan ödenmesi gereken bu para, agrivoltaik sistemleri pek çok çiftçi için erişilmez kılabilir.

Geçmişte tarımsal üretimi korumak için bu alanlarda güneş paneli kurulumunu yasaklamış bazı ülkeler ise agrivoltaik alanındaki gelişmelere uygun bir şekilde mevzuatlarını güncellemiş değil.

Bu yüzden bu teknolojinin yayılması için yasal değişiklikler de gerekebilir.

Jung “Aşmamız gereken bazı engeller olsa da önümüzde muazzam bir potansiyel var” diyor.

8 Haziran 2023

Matt McGrath | BBC Çevre Muhabiri

El Nino olarak bilinen ve gezegenin 1-2 yıllığına ısınmasına yol açan hava olayı Pasifik Okyanusu’nda başladı.

ABD’li bilim insanları, El Nino nedeniyle önümüzdeki yılda sıcaklık rekoru kırılmasını bekliyor.

Uzmanlar, küresel ısınmayı 1,5 dereceyle sınırlandırma hedefinin de 2024’te El Nino etkisiyle aşılabileceğinden endişeli.

Şimdilik El Nino’nun 2024 baharına kadar etkin olması ve sonrasında yavaş yavaş etkisini yitirmesi bekleniyor.

El Nino nedeniyle Avustralya’da kuraklık, ABD’nin güneyinde daha yoğun yağmur, Hindistan’da ise muson yağmurlarında azalış ihtimali öne çıkıyor.

İngiltere Meteoroloji Ofisi Uzun Vadeli Tahminler Müdürü Adam Scaife “El Nino güçleniyor. Birkaç aydır geleceğinin işaretlerini görüyorduk” diyor ve ekliyor:

“Bu yılın sonunda etkisinin zirveye ulaşacağını düşünüyoruz. Bu nedenle 2024’ün küresel sıcaklık rekorunu kırması olası.”

El Nino, küresel iklimde en büyük değişimi yaratan hava olayı olarak biliniyor.

El Nino’nun üç aşaması bulunuyor: Sıcak, soğuk ve etkisiz.

2-7 yıl arası bir sürede tekrarlayan sıcak evrede, Güney Amerika sahillerinde yüzey suyu ısınıyor ve daha sonra okyanusa yayılarak atmosfere büyük miktarda ısı katıyor.

Sıcaklık rekorlarının kırıldığı 2016 gibi yıllar, genelde güçlü bir El Nino’dan sonra geliyor.

Dünyanın farklı bölgelerindeki meteoroloji kuruluşları El Nino’nun başlangıcını tespit etmek için farklı kriterler kullanıyor.

ABD’deki bilim insanları, okyanus suyunun bir ay boyunca normalden 0,5 derece sıcak olmasını, atmosferin de bu sıcaklık artışına tepki vermesini ve bunun uzun süre devam edeceğine dair bulgular olmasını El Nino’nun başlangıcı olarak görüyor.

ABD’li uzmanlar, Mayıs sonunda bu üç şartın da yerine getirildiğini açıkladı.

ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nden Michelle L’Heureux, El Nino’nun başlangıcına yol açan iklim koşullarının önümüzdeki süreçte daha da yoğunlaşacağını söyledi, Haziran’ın ilk haftasında ısı farkının normalin 0,8 derece üstüne çıktığını belirtti.

Bilim insanları bu seferki El Nino’nun, yıl sonu itibarıyla ortalama bir El Nino’nun gücünü aşma olasılığının yüzde 84 olduğunu hesaplıyor.

Okyanus suyundaki ısınmanın 2 dereceyi aşarak “Süper El Nino” kategorisine girme ihtimali ise yüzde 25.

El Nino’nun etkisi birkaç ay gecikmeli de olsa tüm dünyada hissediliyor.

Bu iklim olayı genellikle Afrika’daki kuraklığı da artırıyor.

Geçmişe baktığımızda, önümüzde büyük bir insani ve ekonomik kayıp olacağını öngörebiliyoruz.

1997-98’deki güçlü El Nino 5 trilyon dolarlık hasara yol açmış, 23 bin kişi de fırtına ve sellerde hayatını kaybetmişti.

Bu seferki El Nino nedeniyle 2024’ün, 2016’daki en sıcak yıl rekorunu da kırması bekleniyor.

Küresel hava sıcaklığı 1850-1900 arasındaki dönemin ortalamasından 1,1 derece daha yüksek.

El Nino’nun bunu 0,2 derece daha artırması ve Paris İklim Anlaşması’nda belirlenen 1,5 derecelik sembolik sınırı aşmaya yaklaştırması olası.

Bilim insanları 1,5 derecelik limitin önümüzdeki birkaç yılda geçici süreliğine de olsa kırılma ihtimalinin yüzde 50’nin üzerinde olduğunu belirtiyor.

Michelle L’Heureux “El Nino’nun geçici bir süreliğine bizi taşıyacağı sıcaklıklar, birkaç yıl sonranın normal sıcaklıkları olacak muhtemelen. O yüzden El Nino, 5-10 yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacağımızı görmemizi sağlayacak bir zaman makinası gibi” diyor.

Dünyanın en aktif volkanlarından birisi olarak kabul edilen Kilauea, bu yıl ikinci kez patladı.

ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi (USGS), yanardağın zirve kraterindeki patlamadan ilk görüntüleri paylaştı.

Hawaii’nin Acil Durum Yönetim Kurumu, yerleşim alanlarının tehlike altında olduğuna dair herhangi bir belirti olmadığını duyurdu.

Yanardağ son olarak Ocak ayında faaliyete geçmiş, volkanik hareketlilik Mart ayına kadar sürmüştü.

Bu patlamalar ne kadar tehlikeli?

Her yıl dünyada yaklaşık 60 volkan patlıyor. Bunların bir kısmı sürpriz olsa da çoğu olağan şüpheli konumunda.

Volkanların sık sık patlaması, tehlikeli değilmiş düşüncesini doğurabilir ama durum pek öyle değil. Dünya nüfusunun önemli bir bölümü aktif volkanlarla yanyana yaşıyor ve bu yanardağların çoğu Kilauea’den çok daha ölümcül.

1500 yılından bu yana 280 bin insan volkanik patlamalar sonucu hayatını kaybetti. Bu sayının 170 bini ise 6 büyük patlamada yaşamını yitirdi.

2000 yılından bu yana ise yaklaşık 2 bin insan patlamalarda öldü.

Bu ölümlerin çoğu, Filipinlerdeki volkanik çamur akıntıları, Endonezya’daki piroklastik akıntı, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki lav akıntısı ve Japonya’daki volkanik parçacık püskürmesi ile yaşandı.

2017’de 3 turist de İtalya’da bir volkanik kratere düşerek hayatlarını kaybetti.

1200 dereceye ulaşan sıcaklıklarına karşın bu akıntılar insanların onlardan kaçabileceği bir hızda ilerliyor.

Bugüne dek volkanik gazlar nedeniyle yaşanan en büyük toplu ölüm vakası, 1986 yılında Kamerun’da yaşandı. Bin 500 kişi Nyos nehrinin çevre köylere karbondioksit taşıması sonucu yaşamını yitirdi.

Yeryüzünün yüzde 70’i okyanuslarla kaplı ve derinlikleri ortalama 3700 metre civarında. Peki kıtaları şekillendiren, atmosferi oluşturan ve hayata kaynaklık eden bu sular nasıl oluştu?

Bugün okyanuslarda bakterilerden balinalara kadar sayısız canlı türü yaşıyor; bu okyanuslar gezegenin ekolojisi, iklimi ve hava koşullarının merkezinde yer alıyor. Rüzgarı oluşturan da, buluta veya buz tabakasına dönüşen de, kutupları denizaltı akıntılarla birbirine bağlayan da onlar.

Fakat bu okyanuslar yeryüzünde başlangıçtan beri yoktu. Her türlü yaşamın kaynağı olan su, 4,5 milyar yıl önce, Dünya oluştuktan yüz milyonlarca yıl sonra uzaydan Dünya’ya yabancı bir madde olarak, donmuş parçalar halinde. O sırada gezegenimiz yanardağların sürekli patladığı kupkuru bir yerdi.

Hidrojen ve oksijenin oluşumu

İki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan su molekülü evrende en yaygın görülen ikinci madde.

Hidrojen, Büyük Patlama’nın hemen ardından ortaya çıktı. 13,7 milyar yıl önce evren bu patlamayla oluşurken, ortaya çıkan enerjinin bir kısmı radyasyon ve parçacıklar halinde yoğunlaşmaya başladı.

Patlamadan sonraki ilk üç dakika içinde, yeni oluşmuş elektron ve protonlar yavaşlayıp birbirini çeker hale geldi, evrendeki tüm hidrojen de bu sırada oluştu ve en yaygın atom olarak bugüne kadar geldi.

 

Evrenin en yaygın maddesinin molekül yapısı: İki hidrojen bir oksijen.

 

Oksijen atomu ise milyonlarca yıl sonra ortaya çıktı. Evren genişlemeye devam ederken hidrojen bulutları bir araya gelip yoğunlaştı ve birleşerek helyuma dönüştü.

İlk yıldızlar meydana geldiğinde içerdikleri hidrojen tükeninceye kadar milyarlarca yıl boyunca yandılar. Bu noktada yıldızlar çöktü ve helyumları birleşti.

Füzyon çeşitli aşamalardan geçerken bu ilk yıldızlar helyumdan demire kadar bugün bildiğimiz birçok ağır elementi oluşturdu. Sonunda bunların çekim gücü, meydana gelen ağır atomları birleştirecek kadar güçlü olmadığı anda yıldızlar patlayarak söndü.

Bu patlama sonucu ortaya çıkan bulutlar karbon, neon, sülfür, sodyum, argon, klor ve en önemlisi de oksijen atomlarını oluşturdu.

5 milyar yıl önce, su moleküllerinin temelinde yer alan bu hidrojen ve oksijen atomları, gezegensi bulutlar (nebula) olarak da bilinen bu yıldız kalıntılarında uçuşuyordu. Derken bu nebulada, çöken hidrojen gazlarından oluşan bir bulutun ateş almasıyla Güneş meydana geldi.

Toza tutunmak

Bu nebulada Güneş’in çekim kuvvetinden uzakta molekül ve atomlar, karbon, silikon ve diğer elementlerden oluşan toz parçacıkları arasında dolaşıyordu. İşte su molekülleri, hidrojen ve oksijenin tesadüfen bu tozlara tutunmasıyla oluştu.

Bu oldukça yavaş bir süreçti. Atomların kimi önce, kimi sonra tutunuyordu. Çok nadiren de oksijen ve hidrojen atomları aynı anda ve birbirine yeterince yakın mesafede durarak birbirine tutunup kimyasal etkileşime girebiliyordu.

Yüzbinlerce yıl boyunca devam eden bu süreçte her toz taneciği böyle bir süreçten geçmiş, etrafındaki buz tabakasını büyütmüştü. Güneş Sistemi bir milyon yaşına geldiğinde sayısız karbon ve silikon tozu buzla kaplanmıştı.

Bu toz zerrecikleri de birleşe birleşe taş, kaya, göktaşı ve sonunda gezegen büyüklüğüne ulaştı. Yani bugün Güneş Sistemimizdeki tüm nesneler, milyonlarca yıl önce patlamış olan yıldızların tozlarından oluştu.

İlk birkaç milyon yıl boyunca kayalardan ve buzdan oluşan dev bir disk Güneş’in etrafında yörüngede dönmekteydi. Bütün bunların bir araya gelip birleşerek Dünya’yı ve diğer gezegenleri oluşturması 20 milyon yıl aldı. 4,5 milyar yıl önce Dünya ilk oluştuğunda yüzeyi sürekli patlayan yanardağlarla kaplı, magmanın aktığı, sürekli kayaların çarptığı bir gezegendi.

Binlerce yıl yağan yağmur

Bu kayalardan biri öyle büyüktü ki Dünya’dan kopup yörüngesinde dönen Ay’ı oluşturdu. İçeride ise radyoaktif elementlerin çürümesi korkunç bir ısı yaratıyordu.

Dünya yüzeyindeki suyun hemen hemen tamamı onu oluşturan kaya ve buz parçalarından gelmişti. Fakat atmosfer henüz oluşmadığı için bu su molekülleri kaynayıp uzaya uçuyordu.

Fakat bu arada yaşanan jeolojik olaylar sonucu gezegenin içinden yüzeye doğru su çıkmaya devam ediyordu. Demir gibi ağır elementler gezegenin merkezine doğru akıyor, bugün bildiğimiz haliyle Dünya’nın dış kabuğu, manto ve çekirdeği şekil alıyordu. Manto soğudukça su ve diğer uçucu maddeler yüzeye doğru çıkıyor, ısınan su buharı ise yanardağ ağızlarından dışarı çıkıyordu.

Böylece 500 milyon yıl önce Dünya’nın atmosferi ve ısısı istikrarlı bir hal aldı ve dışarı sızan su buharı soğuyup yoğunlaştı. Bunun sonucunda yağmur yağmaya başladı. Hem de binlerce yıl boyunca.

Artık Dünya’nın yüzeyinde bir miktar su birikmişti. Fakat gezegenin hala sıcak olduğu o dönemde henüz bugünkü okyanusları oluşturacak kadar su birikmemişti.

Kuyruklu yıldız bombardımanı

Okyanuslarımızın çoğu aslında başka yerden gelme. Bu yağışlı dönem sırasında Güneş Sistemi’nde Güneş’e yakın olan gezegenlere sürekli olarak göktaşları ve kuyruklu yıldızlar çarpıyordu. Bu çarpmaların izlerini bugün Ay’ın yüzeyinde görmek mümkün.

Dünya’ya kaç nesnenin çarptığı ve ne kadar su taşıdıkları bilinmiyor. Fakat bu bombardıman dönemi Dünya’nın oluştuğu 4,5 milyar yıl öncesinden 3,8 milyar yıl öncesine kadar devam etti. Bu dönem sona erdiğinde artık Dünya’da okyanuslar vardı.

Bu kuyruklu yıldızların ve göktaşlarının nereden geldiğini de bilmiyoruz.

Fakat bu okyanusların varlığını sürdürmesi açısından Dünya, Güneş’e ideal uzaklıktaydı. Venüs’ün yerinde olsa bu su buharlaşıp uçacak, Mars’ın yerinde olsa donup katılaşacaktı.

Oysa Dünya ortaya çıktıktan bir milyar yıl sonra, düzene girmiş atmosferi, Güneş Sistemi’ndeki mükemmel konumu ve elverişli çevre koşulları sayesinde, bugün gördüğümüz okyanuslarını korumayı başarabilmişti.

 

  • Pallab Ghosh
  • Unvan,Bilim Muhabiri

Kendi kendine hamile kalan ilk timsah örneği Kosta Rika’daki bir hayvanat bahçesinde tespit edildi.

Dişi timsah, genetik olarak kendisiyle yüzde 99,9 oranında aynı olan bir fetüs üretti.

Partenojenez ya da “bakire doğum” fenomeni kuş, balık ve diğer sürüngen türlerinde daha önce tespit edildi ancak timsahlarda ilk defa görülüyor.

Bilim insanları bu özelliğin kalıtsal olabileceğini söylüyor. Yani dinozorlar da kendi kendine üreme yeteneğine sahip olmuş olabilir.

Kosta Rika’daki 18 yaşındaki Amerikan timsahı, Ocak 2018’de yumurtladı ancak yumurtanın içindeki fetüs tamamen şekillenmiş olsa da ölü doğdu ve bu yüzden yumurtadan çıkmadı.

Amerikan timsahı, iki yaşından itibaren hayvanat bahçesinde diğer timsahlardan ayrı tutuluyordu ve bu yüzden yaşanan olayın ardından tesiste çalışan uzmanlar, ABD’de Virginia Polytechnic Üniversitesi’nde bakire doğum üzerine çalışan bir grup araştırmacıyla iletişime geçti.

Fetüsü analiz eden ekip, genetik olarak annesiyle yüzde 99,9’dan fazla aynı olduğunu tespit ederek babası olmadığını doğruladı.

Royal Society dergisinde yazan araştırmacılar, bakire doğumların timsahlarda daha yaygın olabileceğini ve şimdiye kadar insanlar örneklerini aramadığı için fark edilmemiş olabileceğini söylüyor.

Makalede şu ifadelere yer veriliyor:

“Tutsak sürüngenlerin, eşlerden izolasyon süresi göz önüne alındığında, yumurtlamaları bilinen bir durum. Ancak bu yumurtalar normalde cansız kabul edilir ve atılır.

“Bu bulgular, yumurtaların erkekler olmadığı durumlarda da potansiyel canlılık açısından değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor.

“Ayrıca (bakire doğumların) potansiyel eşlerin varlığında meydana gelebileceği de değerlendirildiğinde, bunun örnekleri, erkeklerle birlikte yaşayan dişilerde üreme meydana geldiğinde gözden kaçabilir.”

Partenojenezin neden farklı türlerde meydana geldiği henüz bilinmiyor ancak son dönemde konu daha çok araştırıldığı için literatürde daha sık gündeme geliyor.

Bir teoriye göre partenojenez, bunu yapabilen türlerde sayıları azaldığında ve yok olma eşiğinde olduklarında meydana geliyor.

Uzmanlar, “Bu yeni bulgu, timsahların soyu tükenmiş akrabalarının ve özellikle dinozorların olası üreme yeteneklerine dair umut verici bilgiler sunuyor” diyor.

İngiltere, obezite kaynaklı hastalıkları azaltmak amacıyla kilo verdiren bir iğneye onay vermeye hazırlanıyor.

Hastanelerdeki obezite kaynaklı yükü azaltmak için Wegovy ismindeki iğneyi bir pilot program kapsamında onaylamaya hazırlanan İngiltere’de, bir hastanın bu iğneye en fazla iki yıl boyunca erişiminin olmasına izin verilecek.

Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin (NHS) yaptığı araştırma sonunda vücut ağırlığının yüzde 10’unun bu iğneyle kaybolduğu tespit edildi.

İğne, iştahı bastırarak kişilerin tok hissetmesini ve az yemesini sağlıyor.

İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, bu iğnenin büyük bir değişim getirebileceğini kaydederek kilo verme hizmetlerine 40 milyon sterlinlik bir bütçe ayrılacağını duyurdu.

Ancak uzmanlar ABD’de çok sayıda ünlünün reklamını yaptığı bu tarz iğneler ve ilaçlar hakkında uyarıda bulunarak asıl sağlıklı bir diyet ve sporun çare olabileceğini vurguluyor.

İlacın deneme süreçlerinde tedavi bittikten sonra kimi kullanıcıların kilolarını geri aldığı görüldü.

İngiltere henüz ilacı tedarik etmiş değil; ancak on binlerce kişinin ilaca erişiminin olabileceği düşünülüyor.

BBC’nin sabah programına konuşan İngiltere Sağlık Bakanı Steve Barclay, obezitenin kanser ve diyabet üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekti.

İngiltere’de tahminlere göre 12 milyon yetişkin obez. Bu, neredeyse her dört yetişkinden birinin obez olduğu anlamına geliyor.

İlacın en çok bilinen yan etkileriyse baş dönmesi, şişme, gaz ve mide rahatsızlıkları.

  • Jana Tauschinski
  • BBC News

İklim değişikliğinin etkilerini azaltmak isteyen ülkeler, her yıl sera gazı salımlarını sınırlandırmak için vaatlerde bulunuyor.

Fakat dünya ısınmaya devam ediyor.

Geçen ay bilim insanları küresel ısınmanın 1,5 derecelik sınırı önümüzdeki beş yılda büyük ihtimalle aşacağını açıkladı.

Sıcaklıklar arttıkça sıcak hava dalgaları, yangınlar ve seller gibi yıkıcı doğa olayları da daha sık ve daha güçlü bir şekilde görülüyor.

Bugün en önemli soru, küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlayıp sınırlandıramayacağımız.

  • Engin Karaman
  • BBC Türkçe

5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde bilim insanları, iklim krizi ve çevreye etkileri konusunda güçlü uyarılarda bulunuyor. Dünyada bu etkilerin en yoğun hissedildiği bölgelerden Akdeniz havzasında yer alan Türkiye için de uzun zamandır tehlike çanları çalıyor.

Türkiye’de çevre sorunlarının listesi bir hayli kabarık: Orman tahribatı, su kaynaklarının yitirilmesi, iklim değişikliğinin insan ve doğa üzerindeki etkisi, denizlerin ve toprağın kirletilmesi, hava kirliliği, fosil yakıtlar, atık ve çöp sorunları…

Son olarak Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nda ortaya çıkan müsilaj, çevreyle ilgili kaygıları daha da derinleştirdi. Oysa uzmanlara göre tehlike her zaman bu kadar gözle görünür olmayabiliyor.

Sorunlar alt alta yazıldığında karamsar bir tablo ortaya çıksa da, bilim insanları çözümün “imkansız” olmadığında hemfikir. Ancak kronik hale gelen bazı sorunlar, çevre konusunda çözümlere ulaşmayı daha da geciktiriyor.

1. ‘Geri dönülmez noktaya gelene kadar adım atılmıyor’

Bilim insanlarının ve çevre uzmanlarının bir şikayeti, çevre sorunlarında ‘geri dönülmez noktaya gelinmeden önce’ adım atılmıyor olması.

İklim değişikliği ve çevresel sorunlar, uzun zamana yayılabiliyor. Dolayısıyla ciddi değişimler her zaman çıplak gözle görünür olmuyor. Bir sorunun açıkça görülür hale gelmesini beklemek, bazen çözüm için geç kalınması anlamına geliyor.

BBC Türkçe‘ye konuşan Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. İrem Daloğlu Çetinkaya, İstanbul Boğazı’nı kaplayan ‘deniz salyası’, ya da müsilaj sorununu örnek gösteriyor:

“Kırılma noktasını aştıktan sonra problemleri çözmeye karar veriyoruz. En başından, sorunu gördüğümüz noktada değil de sistem çöktükten sonra harekete geçiyoruz.

“Müsilaj bunun örneği. Sistem çökmüş, kırmızı alarm veriyor ama önceki uyarıların hiçbirini dikkate almadığımız için bu noktada panik şekilde ‘Bunu nasıl çözebiliriz’ diye bakıyoruz. Bu yüzden çevre sorunları ‘çözülemez’ damgası yiyor.”

Prof. Dr. Murat Türkeş de İstanbul Boğazı’nda geri dönüşü olmayan bir çevre sorunu yaşandığına ilişkin 30 yılı aşkın süredir uyarılar yapıldığını söyleyerek bu durumu doğruluyor.

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, “30 senedir sabah akşam konuştuk, fakat İstanbul bu hale geldi. Yaşanacaklar 30 sene önce çok netti. Marmara Denizi’nin öldüğünü, böyle devam ederse geri dönüşünün olanaksız olduğunu hocalarımız çok net yazdılar” diyor.

Sorunlar gözle görünür hale gelmeden adım atılmaması, çevre sorunlarının çözümünü erteleyen başlıca nedenlerden.

2. Yasalardaki istisnalar ve ‘özel izinler’

Türkiye’de çevre sorunlarının ‘çözümsüz’ görünmesinde, yasaların uygulanma biçimi de devreye giriyor. Zira hangi yasaların hazırlanması gerektiğini sorduğumuz uzmanlardan, “Önce mevcut yasalar hakkıyla uygulanmalı” yanıtını alıyoruz.

Ormanların korunmasını ve madencilik faaliyetlerini düzenleyen yasaların hikayesi, en dikkat çekici örnekler arasında.

Türkiye’de 2001’den bu yana maden faaliyetlerini düzenleyen kanunlar 21 kez değişikliğe uğramış. 21 değişikliğin 5’i, maden izinlerini düzenleyen 7. maddeye ilişkin.

Uzmanlara göre her değişiklikte daha fazla doğa varlığı, orman ekosistemi, su varlıkları ve kültür mirası madencilik faaliyetlerine açık hale gelmiş.

Prof. Dr. Murat Türkeş, Türkiye’de bugün doğayı, ormanları ve kültürel varlıkları, madencilik etkinliklerine karşı koruyan tek bir koruma statüsünün kalmadığını söylüyor:

“Madenler, enerji, abartılmış otoyollar, köprüler, bağlantı kavşakları, aklınıza ne gelirse… Söz konusu bunlar olduğu zaman Türkiye’nin hiçbir zenginliğinin önemi kalmıyor. Bütün bu zenginlik bir rant alanı olarak düşünülüyor.

“Aslında yasalar genel olarak mevcut. Ama onların üzerinde yapılan değişikliklerin, özel izinlerin, doğaya, ormanlara, tarım alanlarına, su havzalarının aleyhine yapılan tüm değişikliklerin ortadan kaldırılması gerek.”

Yasa ve düzenlemelerde açılan gediklerin yarattığı sorunlara verilen bir diğer örnek, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporları.

ÇED raporu sisteminin uygulanma amacı, projelerin çevreye etkilerinin ölçülmesi. Ancak bu amacını çoktan yitirdiği yönünde çevre uzmanlarının yoğun eleştirileri var. Birçok çevre davasında da ÇED raporlarının bilimsel olarak hazırlanmadığı, raporların göstermelik olduğu savunuluyor.

Örneğin 2019’da Kazdağları yakınlarında Alamos Gold’un yaptığı altın madenciliği için ağaç kesimleriyle ilgili ÇED raporunda, ağaç sayılarının hesaplanmasının hatalı olduğu yönünde çok sayıda rapor yazıldı.

Türkiye Ormancılar Derneği, ÇED raporunda kesilecek ağaç sayısının 45 bin 650 olarak belirtildiğini ancak resmi kayıtlara dayanarak yapılan inceleme sonucunda kesilen ağaç sayısının 348 bin adet olduğunu açıkladı. Yani ÇED raporundaki sayının yaklaşık 7 katı.

Yasaların devre dışı kalmasının son örneği, 2020 yılının başında kapatılması gereken 13 kömür termik santralinin faaliyetlerini sürdürdüğünün açığa çıkması oldu.

İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği’nin (İDPAD) yayınladığı “Özelleştirilmiş Termik Santraller ve Çevre Mevzuatına Uyum Süreçleri” raporuna göre, çevre mevzuatının gerektirdiği yatırımları tam olarak yapmayan, baca gazı ve vahşi atık depolama sorunlarını çözmeyen bu santrallere geçici faaliyet belgesi düzenlendi ve faaliyet göstermelerine izin verildi.

3. ‘Tüketici, gücünün farkında değil’

Uzmanlara göre çevre sorunlarında tüketicilerin belli konularda tavır alamaması ve bütüncül bir yaklaşımın benimsenmemesi de sorunların ‘çözümsüz’ kalmasında etkili oluyor.

Türkiye’nin su kaynaklarındaki sorunlara yönelik yaklaşım, bunun önemli bir örneği.

Coğrafi yapısı ve konumu itibarıyla Türkiye’nin su sorunu yaşamadığına yönelik algı, bilim insanlarına göre gerçeği yansıtmıyor.

Kişi başına düşen yıllık su miktarı 8 bin metreküpten fazla olan ülkeler su zengini, 2 bin metreküpten az olan ülkeler su kıtlığı yaşayan ülkeler ve bin metreküpten az olan ülkeler ise su fakirliği çeken ülkeler arasında yer alıyor. Devlet Su İşleri’nin (DSİ) verilerine göre Türkiye’de yıllık kişi başına düşen su miktarı yaklaşık 1519 metreküp. Bu miktarla Türkiye, su kıtlığı çeken ülkeler kategorisinde yer alıyor.

Dr. İrem Daloğlu Çetinkaya, öğrencilerinin kendisine “Türkiye nasıl su fakiri olabilir?” diye sorduğunu anlatıyor:

“İnsanlar, ‘Ben musluğu açtığımda su geliyor’ diye düşünüyorlar. Çünkü suyun nereden geldiğini de bilmiyorlar. İstanbul’da su çevre havzalardan taşınıyor.”

Türkiye’de hem su miktarında, hem de su kalitesinde sorun yaşandığını belirten Çetinkaya’ya göre, “Türkiye’de su neden yetersiz kalabilir?” sorusu ancak bütüncül bir yaklaşım benimsendiğinde anlaşılabilir:

“Dolaylı olarak kullandığımız su, doğrudan kullandığımızdan daha fazla. Bu kısmı görmediğimiz için gözardı ediyoruz. Tüketici olarak gücümüzün de farkına varamıyoruz. ‘Akan suyu dişimizi fırçalarken kapatalım’dan öte bir gücümüz var.”

Tüketicilerin, “su ayak izlerini” de bilmeleri gerektiğinin altı çiziliyor.

Su ayak izi, kişilerin doğrudan kullandığı suyun ötesinde, satın alınan giysiden tüketilen gıdaya kadar tüketicilerin aldığı ürünlerde kullanılan toplam su miktarını ifade ediyor.

Dr. İrem Daloğlu Çetinkaya, bilim dünyasıyla toplum arasındaki kopukluğun da bilinçlenme sorununda rol oynadığı görüşünde:

“Karmaşık ve dinamik sistemleri anlamak kolay değil. Ama bu, güçsüz olduğumuz anlamına gelmiyor. Müsilaj için insanlar nasıl ayaklandılar? Şimdi seslerini çıkarıyorlar çünkü şu anda görme fırsatına ulaştılar. Bilimle toplum arasındaki iletişimde de bir kopukluk var.”

Prof. Dr. Murat Türkeş, her şeye rağmen çevre konularında ortaya çıkan toplumsal duyarlılığın olumlu olduğunu belirtiyor:

“Türkiye’nin birçok yerinde, özelllikle tarım, su havzaları ve bunlara zarar veren termik santral ve madenciliğe karşı yerel halkta ve Türkiye ölçeğinde işbirliği ve dayanışma içinde bir karşı çıkış söz konusu. Bunlar şu anda bir baskı unsuru da oluşturuyor.

“Türkiye’de hukuk mücadeleleri çevre davalarında zorlaştı, ama yine de termik santraller ve madenlere karşı olumlu sonuçlar alınabiliyor.”

4. Çevre eğitiminde eksiklikler

Türkiye’de çevre eğitimi, ilkokul, ortaokul ve lise düzeylerinde veriliyor. Ancak ders içeriklerinde neden-sonuç ilişkilerinin kurulmasında ve insan-doğa ilişkilerinin kavranmasında eksikler bırakıldığı yönünde eleştiriler sıklıkla dile getiriliyor.

Çevre bilincinin eğitim sisteminin ilk basamaklarından itibaren alınması gerektiğini ifade eden Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. İrem Daloğlu Çetinkaya, olguların bir bütün halinde görülmesi durumunda öğrencilerin daha farklı tepkiler verebileceğini kaydediyor:

“Bazı kavramlar ve değerler ne yazık ki ileri yaşlarda çok daha zor yerleşiyor. Okul öncesi eğitimden başlayarak doğa ve insan arasındaki ilişki ve denge görülmeli ve mümkünse deneyimlenmeli. İlkokul, ortaokul, lise düzeyinde öğrenciler bu olguları tartışıyolar, ama bütüncül şekilde görmedikleri için sebep sonuç ilişkilerini bilmiyorlar.”

Üniversitelerde çevre konusundaki derslerin zorunlu tutulabileceğini belirten Çetinkaya, başka ülkelerde bu derslerin öğrencilere şart koşulduğunu da hatırlatıyor.

İtalya, geçtiğimiz yıl okullarda iklim değişikliği ve sürdürülebilir kalkınma dersini zorunlu hale getiren ilk ülke olmuştu.

 

Aralarında OpenAI ve Google Deepmind’ın en üst düzey yöneticilerinin de bulunduğu bazı uzmanlar, yapay zekanın (AI) insanlığın yok olmasına yol açabileceği uyarısınde bulundu. Peki, makineler nasıl insanlardan üstünlüğü ele alabilir?

Sorulara yanıt vermek, istendiğinde metin, hatta kod oluşturmak AI kullanan sohbet robotu ChatGPT, Kasım 2022’de ortaya çıkmasından bu yana, tarihteki en hızlı büyüyen internet uygulaması oldu. Sadece iki ay içinde 100 milyon aktif kullanıcıya ulaştı.

Teknoloji gözlem şirketi Sensor Town’a göre, Instagram’ın bu kullanıcı sayısına ulaşması 2,5 yıl sürmüştü.

Microsoft’un mali desteğiyle Open AI şirketi tarafından geliştirilen ChatGPT, yapay zekanın insanlığın geleceğine etkileri konusunda yoğun bir spekülasyon başlattı.

AI Güvenliği Merkezi’nin internet siteside yayımlanan ve “AI’den kaynaklanan yok olma riskini azaltmak, pandemiler ve nükleer savaş gibi büyük risklerle birlikte, küresel bir öncelik olmalı” açıklamasına onlarca uzman destek verdi.

  • John Sudworth ve Simon Maybin
  • Unvan,BBC News

BBC’ye konuşan Çin Hastalık Kontrol Merkezi’nin (CDC) eski başkanı Profesör George Gao, koronavirüsü bir laboratuvardan sızmış olma olasılığının göz ardı edilmemesi gerektiğini söyledi. Çin hükümeti ise virüsün Vuhan’daki bir laboratuvardan sızdığı iddialarını reddediyor.

George Gao, Covid pandemisiyle mücadelede ve koronavirüsün kökeninin izini sürme çalışmalarında kilit rol oynamıştı.

Prof. Gao, Çin hükümeti yetkilileri kadar kesin konuşmuyor. Gao, “Bir şeyden her zaman şüphelenebilirsiniz. Bilim budur. Hiçbir şeyi göz ardı etmeyin” diyor.

Geçen yıl CDC’den emekli olan, dünyanın önde gelen viroloji ve immünoloji uzmanlarından Gao, şimdi Çin Ulusal Doğa Bilimleri Vakfı’nın başkan yardımcısı.

Çin’de Vuhan Viroloji Enstitüsü (WIV) Laboratuvarı hakkında resmi soruşturma yürütüldüğünü belirten Gao, hükümetin “laboratuvar sızıntısı teorisini” yaptığı resmi açıklamalardan anlaşılandan daha ciddiye almış olabileceğini söylüyor.

  • Pallab Ghosh
  • Unvan,BBC Bilim Muhabiri

İsviçre’de yapılan araştırmalarda felçli bir kişi, elektronik beyin implantları sayesinde sadece düşünme yoluyla yürüyebildi.

40 yaşındaki Hollandalı Gert-Jan Oskam, bu yöntemle hayatının değiştiğini söyledi.

Oskam, 12 yıl önce geçirdiği bir bisiklet kazasında felç olmuştu.

Elektronik implantlar, omurgasındaki ikinci bir implant aracılığıyla düşüncelerini kablosuz olarak bacaklarına ve ayaklarına iletiyor.

Sistem henüz deneysel aşamada.

22 Mayıs 2023

Bir SpaceX roketi, Uluslararası Uzay İstasyonu’na (ISS) ikinci özel seyahatini gerçekleştirmek üzere Pazar günü fırlatıldı. Ekipte Suudi Arabistan’ın ilk kadın astronotu da yer aldı.

Rayyanah Barnawi ve Ali al-Qarni, Pazar günü ABD’nin Florida eyaletindeki Cape Canaveral’daki Kennedy Uzay Merkezi’nden SpaceX Falcon 9 roketiyle yola çıktı.

İki Suudi astronot, bir dizi deney gerçekleştirmek için ilk kez özel bir görevle Uluslararası Uzay İstasyonu’na (ISS) gidiyor.

Resmi Suudi Haber Ajansı (SPA), iki astronotun “insan araştırmaları, hücre bilimleri ve mikro yerçekimi ortamında bulut tohumlama” odaklı 14 deney gerçekleştireceğini yazdı.

Kanser kök hücre araştırmalarında uzmanlaşmış bir bilim insanı olan Barnawi, Suudi Arabistan’ın meme kanseri araştırmalarını ilerletmeye odaklanacak.

Kate Morgan | BBC Worklife

Endüstri Devrimi’nin başından bu yana, elektrikli dokuma tezgahlarından mikroçiplere kadar yeni teknolojiler, iş imkanları karşısında tehdit oluşturdu. Fakat çoğunlukla insanlar mücadeleden üstün çıktı. Bugün ise bazı uzmanlar yapay zekanın gelişmesiyle tehdidin daha önce görülmemiş bir seviyeye ulaştığını, sonunda robotların işimizi elimizden alacağı günün geldiğini söylüyor.

Goldman Sachs’ın Mart 2023’te yayımladığı bir rapora göre üretici yapay zeka, günümüzdeki tüm işlerin çeyreğini yapabilir.

Otomasyon yalnızca ABD ve AB’de 300 milyon kişinin işini alabilir.

Robotların İktidarı: Yapay Zeka Dünyaya Nasıl Hükmedecek? kitabının yazarı Martin Ford, bunun sonuçlarının ağır olabileceği uyarısında bulunuyor:

“Bu sadece bazı bireylerin basına gelecek bir şey olmanın ötesinde sistemsel hale gelebilir” diyor ve ekliyor:

“Aynı anda çok sayıda kişi işsiz kalabilir ve bunun yalnızca bireyler üzerinde değil, tüm ekonomi üzerinde büyük bir etkisi olacaktır.”

Neyse ki tüm haberler kötü değil. Uzmanlar hâlâ yapay zekanın yapamayacağı işler olduğuna dikkat çekiyor. Bunlar genellikle duygusal zeka veya yaratıcı düşünme gibi insana özgü özellikler gerektiren işler.

Bu alanlarda çalışmaya başlamak, yapay zeka tarafından işinizin elinizden alınması ihtimalini azaltabilir.

Ford, “Öngörülebilir gelecekte göreceli olarak düşük riskli gözüken üç alan var” diyor:

“Bunlardan ilki gerçekten yaratıcılık gerektiren işler: Bu işler, bazı şeyleri yeniden düzenlemek veya bir formüle dayalı çalışmak yerine yeni fikirlerle gelip yeni bir şey inşa etmek gereken işlerdir.

Bu, bütün yaratıcı işlerin güvende olduğu anlamına gelmiyor.

Aksine, grafik tasarım veya görsel sanatlarla ilgili işler ilk olarak ortadan kalkabilecek işler olabilir. Günümüzde basit algoritmalar, yapay zekaya milyonlarca görseli hızla analiz ettirip görsel açıdan etkileyici eserler yaratmasını sağlayabiliyor.

Ford, başka türden yaratıcı işlerin güvende olabileceğini ekliyor:

“Bilim, tıp ve hukukta yaratıcı işler hâlâ güvende… İşi yeni yasal stratejiler veya iş stratejileri geliştirmek olan insanlara her zaman ihtiyaç olacak.”

Yaratıcı işlerin ardından güvende olan ikinci kategori ise bireyler arası ilişkilerin önemli olduğu hemşirelik, işletme danışmanlığı veya araştırmacı gazetecilik gibi işler.

Ford, “Bu işlerde insanları çok iyi anlayabilmeniz gerekir. Yapay zekanın bir ilişki geliştirebilecek şekilde davranmaya başlamayı öğrenmesinin çok zaman alacağını düşünüyorum” diyor.

Üçüncü kategori ise “çok fazla hareket, el becerisi ve öngörülemez ortamlarda problem çözme yeteneği gerektiren işler”.

Elektrikçi, tesisatçı, kaynakçı gibi işler bu kategoriye giriyor.

Ford, “Bu tip işlerde her an yeni bir şeyle karşı karşıya kalırsınız” diyor ve ekliyor:

“Otomasyonun en zorlanacağı alan bu tip işler. Bunun gibi işleri robotlara teslim etmek için bilim kurgu filmi seviyesinde bir robota ihtiyacınız var. Örneğin Star Wars’taki C-3PO gibi.”

İnsanlar bu kategorilerdeki işlerde daha güvende olacaklar fakat bu işlerin yapay zekadan tamamen izole olacağını düşünmek de yanlış olur.

ABD’deki Buffalo Üniversitesi’nde çalışma ekonomisi üzerine çalışan akademisyen Joanne Song McLaughlin, sektör fark etmeksizin çoğu işin otomasyona maruz kalabilecek bazı tarafları olduğunu söylüyor:

“Çoğu vakada işin kendisine doğrudan bir tehdit yok fakat işte yapılan görevler değişebilir. İnsanlar arası ilişki kurmaya dair yeteneklerin önemi artacak.

“Yapay zekanın kanser belirtilerini insanlardan daha önce fark edeceğini düşünebiliriz. Gelecekte doktorların bu teknolojiyi kullanacağını düşünüyorum. Ama doktor rolünün tamamen ortadan kalkacağını düşünmüyorum.”

McLaughlin, yapay zekanın kanseri daha başarılı tespit etmesine rağmen hastaların bunu doktorlardan duymak isteyeceğini aktarıyor:

“’İşimin parçası olan hangi görevleri yapay zeka yapabilir veya daha iyi yapabilir’ diye kafa yormanın zekice olduğunu düşünüyorum. Ve yapay zekanın üstleneceği görevlerimizin üzerine neler ekleyebileceğimiz konusunda…”

Buna örnek olarak bankalardaki veznecileri örnek veriyor:

“Eskiden veznecilerin esas görevi iyi para saymakken artık işin bu kısmı makinalarla yapıyor ve vezneciden iyi bir para sayıcısı olmasından çok müşterilerin ihtiyaçlarını anlaması ve ona göre ürünler önermesi bekleniyor.

“Sosyal yetenekler daha önemli hale geldi.”

Ford, yükseköğrenim veya yüksek bir maaşın yapay zekaya karşı güvence sağlamayacağını söylüyor:

“Beyaz yakalı birini, bir taksiciye kıyasla besin zincirinde daha yukarda görebiliriz. Fakat aslında beyaz yakalının geleceği, taksiciye kıyasla daha fazla tehlikede. Çünkü sürücüsüz araçlar hâlâ deneme aşamasında fakat yapay zeka halihazırda rapor yazabiliyor.

“Çoğu durumda eğitimli işçilerin işi, en eğitimsiz işçilere kıyasla daha tehlikede olacak. Otel odalarını temizleyen birinin işinin düşünün. Bu işi robotlara yaptırmak son derece zor olacaktır.”

Özetle dinamik ve değişken ortamlarda, öngörülemez görevler içeren bir iş yapmak yapay zekanın işinizi ele geçirme ihtimalini azaltır. En azından şimdilik.

Eli Lilly ilaç şirketi, üçüncü faz çalışmalarını tamamladığı “donanemab” ilacının Alzheimer hastalığının ilerlemesini üçte bir oranda yavaşlattığını açıkladı.

Uzmanlar, yakın zamana kadar “imkansız” olarak görülen bir durumun gerçekleştiğini belirtiyor.

Bu ilaç, geçtiğimiz Kasım ayında hastalığı yavaşlattığı kanıtlanan “lecanemab” ilacıyla benzer şekilde çalışıyor.

İkisi de antikorlar ve Alzheimer hastalarının beyninde oluşan “beta amiloid” adlı yapışkan maddeyi temizlemek üzere tasarlandı.

Amiloid, beyinde nöronlar arasında biriken bir protein. Bu proteinler, beyinde plakalar oluşturuyor.

Luke Mintz | BBC Future

Uyku felci (Karabasan), tablolara ve korku hikayelerine ilham veren bir olgu. Araştırmacılar insanların rüyalardan neden hareket edemeyerek uyandıklarını ve bazen halüsinasyon görmeye devam ettiklerini anlamaya başlıyor.

Uyku felcini ilk olarak genç bir kızken yaşamıştım. Sabahın erken saatleriydi, okula gitmek için yataktan kalkmama daha birkaç saat vardı. Uyandım ve yatakta dönmeye çalıştım ama hareket edemiyordum, bütün vücudum felç olmuştu.

Beynim uyanık olsa da kaslarım hala uykudaydı. Yatak odam sanki daralıyor, duvarlar üzerime geliyordu ve kendimi paniklemiş hissediyordum. Yaklaşık 15 saniye sonra felç hali geçti.

Sonra bunun uyku felci olduğunu öğrendim. Vücut geçici olarak felç kalırken beynin bir kısmının uyanık kaldığı bu durum oldukça yaygın. O ilk korkutucu deneyimin ardından, iki-üç gecede bir olmaya başlamış ve her defasında daha az korkutucu hale gelmişti.

Açıklama

Boğaziçi Üniversitesi Bilim Kulübü olarak Garanti Kültür Merkezi’ndeki 470 kişilik konferans salonumuzda 2 gün sürecek 6 konuşmacıdan oluşan bir konferans etkinliği düzenliyoruz. Çeşitli okullardan gelen akademisyenler kendi çalışma alanları ve yaptıkları çalışmalardan bahsedip bizleri aydınlatacaklar. 

Son Yüzyılın En Büyük Doğal Patlaması

Dr. Mahir E. Ocak

23/04/2023

Bilimsel çalışmalar, 2022’de Tonga Takımadaları civarında yaşanan volkanik patlamanın son yüzyıl içinde yaşanmış en büyük doğal patlama olduğunu gösteriyor.

NASA / Science Photo Library

Polinezya’daki Tonga Takımadaları civarında bulunan su altı yanardağı Hunga Tonga-Hunga Ha’apai, Aralık 2021’de yaklaşık yedi yıl aradan sonra yeniden harekete geçmişti. Volkanik patlamanın şiddeti yaklaşık dört hafta sonra zirveye ulaşmış ve 15 Ocak’taki patlamanın ardından tsunami yaşanmıştı.

Bilimsel çalışmalar, Tonga Takımadaları’nda tsunamiye yol açan volkanik patlamanın son yüzyıl içinde meydana gelmiş en büyük doğal patlama olduğunu gösteriyor. Dr. Sam Purkis ve arkadaşlarının Science Advances’ta yayımladığı sonuçlara göre patlama 15 megaton büyüklüğündeydi. Bu değer volkanik patlamanın Hiroşima’ya atılan atom bombasından yüzlerce kat daha güçlü olduğu anlamına geliyorS.

Kristaller Nasıl Oluşur?

Dr. Mahir E. Ocak

Urbana-Champaign’deki Illinois Üniversitesinden ve Northwestern Üniversitesinden bir grup araştırmacı, tuzlu bir sıvının içinde bir araya gelen altın nanoparçacıkları geçirimli elektron mikroskobuyla görüntüleyerek kristallenme sürecinin gelişimini inceledi.

Küçük atomların hareketlerini görüntülemek zordur. Bu yüzden araştırmacılar tuz kristalleri gibi tekil atomların bir araya gelmesiyle oluşan kristallerin değil, altın nanoparçacıkların bir araya gelmesiyle oluşan kristallerin oluşumunu incelemişler.

Araştırmacılar parçacıkların içinde hareket ettiği sıvının bileşiminde ve nanoparçacıkların şeklinde değişiklikler yaparak, ortaya çıkan kristallerin pürüzsüz ya da pürüzlü olmasını sağlamayı da başarmışlar. 

Detaylı bilgiye Dr. Binbin Luo ve arkadaşlarının Nature Nanotechnology’de yayımladıkları makaleden ulaşabilirsiniz.

Nadir görülen Hibrit Güneş tutulmasını izlemek için binlerce kişi tutulmanın dünyada en iyi görüldüğü yer olan Avustralya’nın batısındaki Exmouth kasabasına akın etti.

Bugün Exmouth’ta gökyüzü, Ay’ın bölgenin üzerine 40 km genişliğinde bir gölge oluşturmasıyla yaklaşık 60 saniye boyunca karardı.

Perth kentinin 1200 kilometre kuzeyindeki turistik kasaba normalde 3 binden az kişi yaşıyor.

Ancak yıldız gözlemcileri de kasbaya akın edince, Exmouth’un nüfusu 7 kat arttı.

Exmouth’a seyahat eden turistler ve bilim insanları, sıcaklık düştüğünde, gökyüzü karardığında ve yıldızlar ortaya çıktığında bunu coşkuyla karşıladı.

Smitha Mundasad | BBC Sağlık Muhabiri

İngiltere’de sağlık alanında çalışma yürüten Guts UK adlı yardım kuruluşuna göre, birçok insan teşhis edilmemiş ve yanlış tanı konulmuş bir bağırsak rahatsızlığından muzdarip olabilir.

Mikroskobik kolit kalın bağırsak iltihabı ve sık sık sulu ishale, mide ağrısına, dışkı kaçırmaya, yorgunluğa ve kilo kaybına neden oluyor.

İngiltere’de her yıl yaklaşık 17 bin kişiye bu hastalık teşhisi konuluyor. Uzmanlar gerçek sayının daha yüksek olduğuna inanıyor.

İnflamatuvar (iltihabi) bağırsak hastalıkları için yapılan bazı standart testler bu rahatsızlığı tespit edemiyor.

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.